BUMED (Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği) DERGİ, Haziran 2013 tarihli röportaj.

Yoğun programı içinde “Haberci” Coşkun Aral’la bir araya geldik; keşfetme, merak ve habercilik üzerine çok keyifli bir söyleşi yaptık. Aral’a samimiyeti ve özverisi için tekrar çok teşekkürler. Sizlerin de keyif almanız dileğiyle…

Dünya üzerinde neredeyse her ülkeyi görmüş biri olarak, bu keşif heyecanının sizin için nasıl başladığını anlabilir misiniz?

Kendimi bildim bileli meraklıyım. Sanırım, insan olmanın en önemli özelliklerinden biri, meraklı olmak. Siirt’te doğdum, Siirt’in 1950’lerdeki durumu bugünkünden belki nicelik olarak farklı ama nitelik olarak aynı; o zamanlar daha çağdışı bir bakış, daha gerici bir yönetim, daha mahrumiyet söz konusuydu. Ortaokul yaşlarımda, sağlık gerekçeleriyle İstanbul’a halamın yanına gönderildim, anne babam benden önce iki üç yaşlarında iki çocuk kaybetmişler. Oruçgazi Ortaokulu’ndan sonra Pertevniyal Lisesi’ne geçtim. Ortaokul yıllarım, kaotik 71 darbesi dönemleri, ailemden birçok kişinin cezaevinde olduğu bir süreçti. Tüm bu olaylar beni biraz daha anarşist bir duruma getirdi. Okuduğum lisede dersanelere karşı ilk eylemde, okuldan neredeyse atılmam gündeme geldi. Sonrasında Mecidiyeköy Lisesi’ne gönderildim, oradan mezun oldum. Hâlâ Pertevniyal Lisesi’ni severim, ruhu olan bir okul çünkü. Niyetim doktor olmaktı, ama puanlarım beni İşletme’ye yönlendirdi, hiç anlamadığım bir okuldu. Okula kaydımı yaptırdığımda, hem Günaydın Gazetesi’nde gece muhabirliği yapıyordum, hem de bugünkü gastronomi uzmanımız Mehmet Yaşin’le beraber Gün Gazetesi’nde, o dönem Türk milletinin duymayı görmeyi arzu ettiği türden günlük haberler yapıyorduk. Daha libido okşayan, daha umut veren, gerçeği yansıtmayan, dünyada “Bulvar gazeteciliği” diye nitelendirilen türden işlerdi. Bir yandan Günaydın’daki sokak gazeteciliğimi bağımsızca yapmaya devam ediyordum.

Günaydın’da Mehmet Barlas’ın yönlendirmesiyle, ekonomi sayfaları için çalışmaya başladım. Barlas’ın ekonomi sayfalarında; makroekonomik ölçekler yerine mikroekonomik ölçeklerle, halkın anlayacağı bir dil ve üslupla yazılar yazılıyordu, keyifli bir dönemdi. Sonra yaptığım bir haber sebebiyle gazeteden kovuldum. Türkiye’ye kaçak giren, gerçek rayiçi üzerinden değil de, birtakım dolaplarla getirilmiş yatların Bebek Koyu’ndaki görüntüleriyle tahrik edici bir manşetle haber yaptım, iki gün sonra beni işten attılar.

Daha sonra sağolsun Mehmet Barlas beni İsmail Cem’in çıkardığı Politika Gazetesi’ne gönderdi. Cem benim için çok değerli bir insan, bir öğretmen idi, Allah rahmet eylesin. Ancak bir süre sonra Politika Gazetesi alaturka usülü bir sendika gazetesine dönüştü. DİSK’in Maden-İş Sendikası satın aldı gazeteyi. Haberden ziyade siyasi görüşlerine paralel övgülerle dolu bir gazeteydi, amaç bir milyon sendika mensubuna gazete satmaktı ama tirajı ikibinin üzerine çıkamıyordu, çünkü gazetede sadece paralel sendikaların yorumlarına ilişkin haberler yer alıyordu.

O gazetede kanlı 1 Mayıs olaylarına ilişkin fotoğraflarım kullanıldı, o fotoğraflar sayesinde de sonradan yıllarca muhabirliğini yaptığım SİPA PRESS ajansının muhabiri oldum. 80’e kadar bu ajansın Türkiye muhabirliğini yaptım. 12 Eylül dönemi’nde Politika gazetesi kapandı.  Ben bu süreçte arşivimin bir kısmını yurtdışına çıkarmıştım. 12 Eylül’de çıkardığım bu arşiv, birdenbire beni dünya basınında en çok fotoğrafı kullanılan gazetecilerden biri haline dönüştürdü. İrlanda’da IRA’nın açlık grevleriyle başlayan iç savaş dönemi, hemen onun ardından Lübnan’da İsrail’in işgaliyle başlayan süreç, Sovyet’lerin işgal ettiği Afganistan’da Sovyetlere karşı verilen mücadele, Afrika’da Libya’nın başını çektiği mücadelede eski sömürgecilere karşı ayaklananlarla beraber kendimi birdenbire savaş arenalarında buldum. Türkiye’de de rahmetli Mehmet Ali Birand’ın daveti üzerine Lübnan’dayken Milliyet’e freelance hem haber, hem fotoğraf, hem fotoğraflı haber yapıyordum. Merkezim Paris’ti, çalıştığım kurum SİPA Press’ti. 1990’larda ajansı, bir balon gibi dünya burjuvazisi arasında yer alma sevdasındaki Asil Nadir satın aldı. Bir yıl sonra, mağduriyetler başladı. En mağdur olanlardan biri bendim, çünkü hem SİPA’nın hem de Asil Nadir’in Türkiye’deki Günaydın Gazetesi’nin muhabiriydim, aylarca maaşlarımızı alamadık. Sonrasında Türkiye’ye geri dönmek zorunda kaldım. Eski arkadaşım Savaş Ay, A Takımı’da bir yer verdi bana sağolsun, bir sene onu sürdürdüm. Sonra kendi “Haberci” programımla ATV’de yayına başladım.

Haberci, İZTV gibi çok büyük ve önemli projelerin sıfırdan ortaya çıkmasında maddi ve manevi anlamında büyük çaba harcadınız, İZTV hala birçok değişik belgesel ve gezi programlarıyla hayatına devam ediyor. Bu iki projenin sizin için önemi, anlamı nedir?

Gerek Haberci gerek İZTV Türkiye’nin evrensel projeleri bana sorarsanız. Yüzde yüzü Türkler tarafından yapılmış projeler. İZ’de Haberci’den tanıdığım bir ekip var, bir de bizi izleyelerek büyüyen bir kesim. Evrensel anlatım ve evrensel teknoloji ve biraz fazla çaba ile sürdürüyoruz işlerimizi. Bu işler görüldüğünde, değer bilindiğinde çok keyif alıyoruz açıkçası. Örneğin, bugüne kadar Türkiye’de hiçbir otelciler birliğinden destek almamışken, üç gün önce Selanik’teki otelciler birliği, benim ismimi verip İZTV’de program yapmak istediklerini ve bu işe de sponsor olmak istediklerini söylüyor bize. Aynı teklifin benzeri Güney Afrika Büyükelçiliği’nden geldi. Çünkü ciddiye alınan bir gezi kanalı İZTV. “Daha derinlerde neler var sizi ilgilendirebilecek, buyrun gelin” diyoruz izleyicilere. Amacımız evrende var olmak. Yaptıklarımız, yetiştirdiğimiz insanlar kalacak. Diyarbakır’da, Siirt’te bile bizim belki yönlendirmemizle -eğitmemizle demiyorum- sualtı dünyasını keşfeden bir arkadaşımız şimdi Filipinler’de Türkiye Sualtı Federasyonu adına çalışıyor. Aynı zamanda ciddi bir sualtı fotoğrafçısı olup dünya çapında fotoğraflar çekiyor. Denizi olmayan bir yerden bile denizleri keşfeden kâşifler çıkarabiliriz bu bakışla, diye düşünüyoruz.

Çok uzun zamandır bu işlerin içindesiniz ve fiziki olarak da sürekli hareket gerektiren bir tempoda yaşıyorsunuz, “tatmin” duygusunun tanımı nedir sizin için?

Şu anda muhteşem tatminim, bu işler için sabah 5’te kalkabildiğime göre tatmin oluyorum. Asıl tatminsizliğimin sebebi, bu toplumun, bu kadar çok kendini bilmezin, toplumu yönlendiriyor olması. Bu kadar beceriksiz, korkak insanın, toplumun belirleyici konumunda olmasını kaldıramıyorum.

İşinizin en zor yanları sizce nedir?

Normal televizyonların bütçesinin yüzde biriyle yapıyoruz projelerimizi. Bir yılda yapılması gereken araştırmaların bir haftada yapılması gerekebiliyor. Çekimlerde fiziki olarak kırk kişinin taşıyacağı yükü iki kişi taşımak zorunda kalıyor. Bunu kurumlar da, sistem de, izleyen de anlamıyor, görmüyor tabii. Ancak işin uzmanları anlıyor. Aldığımız HotBird ödülleri bu yüzden çok değerli. İZTV’ye bakıp, kendine özgü formatlarıyla, çok komik bütçelerle bu kadar çok ve kaliteli programlar çıktığını görerek, bu ödüllere layık gördüler, çok gurur verici bizim için.

Yeni gittiğiniz bir yerin en çok hangi yanları sizde merak uyandırır?

Yeni diye bir şey bilmiyorum, çünkü her yere gitmeden önce bir dejavum olduğuna inanıyorum. “Daha önce o yerin izleri bende vardı” diye düşünüyorum. Kendimi tamamen bir yerli gibi hissetmiyorum. Her şeyin içinde olmak güzel, her şeyin içindeki sana ait parçayı bulmak güzel.

Avrupa Birliği’nin de desteğiyle üniversite öğrencileriyle birlikte Avrupa’yı gezdiniz, BUMED üyelerinden bu tip aktivitelere katkıda bulunmak isteyenler olabilir, proje hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Herkesin kafasında bir Avrupa, bir İstanbul, bir Amerika var. Türkiye’nin birçok yerinde “Bu evden çıksam, İstanbul’a gitsem, bir Avrupa’ya gitsem, bir o yarışmaya girsem, bir beyaz atlı gelse hayatım değişir” diyen, hayatının değişimini buna bağlayan milyonlarca insan var. Biz onlara bu değişimin öyle değil de böyle olabileceğini göstermek için yaptık. Avrupa şu anda belirli bir kesim için araç, ama bunu amaç gibi görenler de yaygın, özellikle gençler arasında. Biz geziye katılacak gençleri, bir kompozisyon yarışmasıyla belirledik. Kendini en iyi ifade eden yirmi dört genci seçtik. Örneğin Iğdır’lı bir genç, ideali olan sarışın mavi gözlü bayanın İsveç’li olabileceğini düşünmüş, bütün İsveç’e gitme nedeni o.  Antepli anarşist bir üniversite öğrencisi, “Ben sinemacıyım tüm sol yayınları okudum, kendimi Godard gibi görüyorum, bir yurtdışına gitsem keşfedilirim” diyordu. “Bana bir fırsat verilse” diyenlere “al sana fırsat!” imkânı sağlamaya çalıştık. Ama “fırsat”ı iyi tanımlamak gerek, insanların öncelikle kendini tanıması, bilmesi gerek. Hedefi çok uzak tutmak yerine kendini tanıman lazım, özgül ağırlığını bilmen lazım, kendini tanımadan “bir kurtulsam”, “bir gitsem” olmuyor. Bizim derdimiz, gençleri TV’de ekranda onun bunun söylediği şırınga edilmiş hayallerden, biraz daha ayakları yere basar hale getirmek, yer çekiminin var olduğunu söylemek onlara. Ama bizde yerçekimi yok, her yerde takla atabilirsin.

Diyarbakır’daki arıcılarla ilgili projenizden bahseder misiniz?

Geçen sene bitirdiğimiz bir konu vardı, “İstanbul’un Saklı Kovanları” diye kitap ve belgesel hazırladık, belgesel İZTV’de yayınlandı. Şimdi Türkiye’nin arıcılarının belgeselini yapıyoruz, farklı arıcılarla biraraya geliyoruz. Türkiye’de arıcılık halen evrensel nitelikte yapılmıyor malesef. Fransa’da bir kovandan 35 litre bal alınırken, burada 8 litre bal alınabiliyor. Bu çalışmayla, Türkiye’de hem arıcılığın gelişimine katkıda bulunmayı ve bilinirliğini artırmayıı, hem de arıcılığın önemli bir meslek olduğunu anlatmak istiyoruz.

Bugüne kadar görmediğiniz ve en merak ettiğiniz yer neresidir?

Kuzey Kore var, onun dışında merak ettiğim coğrafya kalmadı. Hep benzer yakın coğrafyalarda bulundum her yere gitmediysem de, Gabon’a, Kamerun’a gitmedim ama Nijerya’ya gittim örneğin. Yanıbaşındaki ülkeye gittiğinde, doku, flora, gördüğün insan davranışları aynı ya da çok benzer olabiliyor. Eskimoları gördüm örneğin, çok etkilendim onlardan.

Gezmek için çok büyük paralar gerektiğine inanıyor musunuz?

Gerek yok, bir yeteneğin varsa geziyorsun zaten. “Ben sıcak hava baloncusuyum” diyorsun, dünyayı geziyorsun. “Ben sörfçüyüm” diyorsun seni bambaşka ülkelere götürüyor. Bir şeyi iyi yapman, tam yapman lazım. Bu hobi de olabilir, meslek de olabilir. Hobi olarak başladığın, sevdiğin ve çok iyi yaptığın bir aktivite olması lazım.

Kızınızın okulunda verdiğiniz dersten biraz bahseder misiniz?

Ders veriyorum dersem biraz ukalalık olur aslında; anlayacakları dilden gezginliği, merakı anlatmaya çalışıyorum dünya örnekleriyle. 5-6 yaş grubu çocuklara Marco Polo’yu, onun İstanbul’da geçen çocukluğunu anlattım. Marco Polo’nun da en etkilendiği olaylar, özellikle amcasının seyahatlerine ilişkin anlattığı öykülermiş. Bizler, Evliya Çelebi’yi bile malesef çok az biliyoruz. Örneğin Evliya Çelebi’nin bir tek balmumu heykelini Slovakya’da buldum. Eserleri o kadar kötü tercüme edilmiş ki, yazan bile tam anlamamış. Kendimizi bilmemiz ve sonraki nesillere anlatmamız, aktarmamız önemli. Kaz çobanı da olsanız, çocuğunuza kazın ne olduğunu anlatmak önemli, çobanlığın ne kadar güzel bir meslek olduğunu anlatmak, sevdirmek, ona çoban öyküleri anlatmak önemli.

Halen üniversiteye devam eden öğrencilere kendilerini keşfetmeleri için bir öğüdünüz olsaydı ne derdiniz?

Önce, hangi şehirde yaşıyorlarsa, ellerine bir kitap alıp o şehri yürüyerek tanımalarını söylerdim. Sonra, kökenlerinin geldiği bölgelere gitmelerini önerirdim. Temel eğitimi aldıktan sonra, en sevdiğinden destek alıp sadece bir gidiş bileti alsın, çalışa çalışa dünyayı dolaşsın, en güzeli o… Bunun için de, o öğrencilik döneminde çalışkanlığı, derslerine verdiği önemin yanı sıra, bir özelliğinin olması lazım. Mesela kızım arp çalmaya meraklı, ileride bir arpist olmayacaktır. Ama babası biraz gastronomi meraklısıydı, üç kere işsiz kaldığında yemek yaparak geçindi. İki sene önce de sorunlar yaşadığımızda yemek kitabı yazdık, yemek workshopları yaptık. O da belki metroda arp çalacaktır bir gün.