Bu Coşkun Aral röportajı ilk kez, 2010 yılında Sevil dergisinde yayımlanmıştır.

O bir aile babası, Türk Belgesel izleyicisinin sevgilisi… Aynı zamanda işine sadık ve âşık bir insan… Yıllarca yılmadan istediklerinin peşinden koşmuş ve başarmış. Başarmak için çalışmış, tırnakları ile bugünlere gelmiş.

Korsanlarla yaptığı röportajlardan, savaş fotoğrafçılığı görevinde kurtardığı insanlara, haksız yere gördüğü işkencelerden, yamyamlar ile geçirdiği zamanlara kadar birçok konuyu konuştuk kendisi ile…

Uluslar arası savaş fotoğrafçısı, belgesel yapımcısı, gazeteci, gezgin, macera insanı… Zaten başka söze gerek yok. Zaten bunlar sizi yeterince anlatıyor ancak meslek hayatınıza başlangıcınızı sizden dinlemek isteriz.

Fotoğraf hayatımda hala var ama sadece kendim için. Foto muhabiri olmasaydım doktor foto muhabiri olacaktım. Ama hep gezecektim bir köyde bile kalmış olsam, o köyün bütün dokularında yine gezerdim. Gezme dendiği zaman bizde hep deve kuşu gibi kafanızın gizlenmesi, uzaklara gidip kaybolmak gibi görülüyor. İstanbul’da yaşayıp da önünden geçtiğimiz binaları fark edemeyen bir kuşak var şu anda karşımızda ne yazık ki. Ben ise, bunların tam aksine İstanbul’u tünelleri, binaları, en yüksek, en sıcak, en nemli yerleri ile Roma’dan Bizans’a, Bizans’tan Osmanlı’ya var olan her şeyi ile birlikte, burayı yaşamak isterim. Benim için çocukluğumda başlayan bir istekti bu.

Çocukluğunuzda nasıl oldu kendinizi buldunuz, bu mesleğe yöneldiniz?
Benim gezi olayım biraz küçüklüğüme gider. İstanbul’a ilk olarak Siirt’ten 5 yaşında geldim. İlkokul 1. sınıfı burada misafir öğrenci olarak okudum. Daha sonra Siirt’e tekrar geri dönüş yaptık. 11 yaşında İstanbul’a geri döndüm. Türkiye’de akrabalarımız olduğundan tüm Türkiye’yi sık sık gezerdik. Farklılıklarla buluşarak içimdeki gezi tutkusunu keşfetmiş oldum.

Demek içinizdeki mesleği seçmek de aileniz sayesinde oldu.
Öyle de diyebiliriz.

Peki, nasıl devam etti?
Fotoğraflarla buluşmam hep 9’lu 10’lu yaşlarımda gerçekleşti. Profesyonel fotoğraf makinemi alma dönemimde ise 17 yaşındaydım. Gün gazetesinde iş hayatım başladı. Onu izleyen yıllarda da politika gazetesi ve daha sonra o dönemde serbest çalışmalarım Ap ajans ile boy gösterdi. O dönemlerde UPI vardı. Bu daha sonra Reuters oldu. Kadınca dergisinde rahmetli Duygu Asena ile çalıştım. Ve yine o dönemde başlayan foto muhabirliğine, ilk yurt dışı seyahatime çıkmıştım. Sipa adına dünyada savaşlar değil festivaller de, felaketler de vardı, özgün yaşamlar ve portreler de… Bu konuların hepsini ele aldım. 1979’dan başlayıp 1996 yılına kadar foto muhabirliğini bizzat yaptım. Zaman zaman video kamerasını kullansam da foto muhabirliğini devam ettirdim. 1996’da haberci programı ile televizyonda haber-belgesel tarzı bir üslupla belgeselciliğe başlamış oldum. Ve şu anda Dijitürk’de yayınladığımız İz Tv’nin genel yayın koordinatörlüğü adı altında yönetici değil yönlendirici pozisyonunda çalışmalarıma devam ediyorum.

14 Ekim 1980’de kaçırılan uçakta hava korsanları ile bir röportaj gerçekleştirmiştiniz. Bu nasıl bir duygu, nasıl bir deneyimdi sizin için?
Bu benim çok özgün bir anım ve bu konuyu fazla yaymak istemiyorum çünkü yakın gelecekte bu anımın filmini yapacağım.Genç bir gazeteciyken bindiğim uçak kaçırıldı ve korsanlara yardımcı olduğum gerekçesiyle gözaltına alındım.

Diyarbakır cezaevini bilirsiniz?

Elbette. İşkencelerin yaşandığı yerlerden biri olarak biliyorum.
Evet. İşte işkencenin olduğu o mekânda o döneme ait birkaç günüm geçti ve vücudumda baya ciddi izler var bu anlamda.

Kötü anılarınızı canlandırmak istemezdim. Haberci ile devam etmek istiyorum. O güzel projenizin hayata geçirilmesi ile…
Evet. Kendi mesleğimi icra ediyordum. Bir kamera beni izliyordu. Ben her zamanki gibi fotoğraflarımı çekiyor, röportajlarımı yapıyordum. Çünkü bizler fotoğraf muhabirlerinin yaşamları çok farklıdır. Bu yaşam kendi baktığımız bir alanmış gibi kaldı yıllarca. Birkaç tane fotoğraf muhabirinin yaşam öyküsünü içeren bir film dünyada ses getirdi. Daha sonrada hep sorgulanmaya başladık. Ne yapıyoruz, giderken nasıl gidiyoruz, gittiğimiz yerlerde nelerle karşılaşıyoruz gibi… Bu sorulan sorulara yanıtı beni izleyen bir kamera ile aktarmayı, ilk olarak dünyada gündeme getirerek ortaya koydum. Ancak bu programın başlangıcı A takımındaydı. 1994 yılında A takımında başlattığımız o format 1995’de haberci olarak çıktı.

Neden yaptınız?
Çünkü dünyayı gezen bir toplum değiliz, kendi ülkesini gezen bir toplum da değiliz. Uzun lafın kısası gezmeye meraklı bir toplum olmadığımızdan biraz olsun insanımıza yaşadığı coğrafyasının ötesinde var olan coğrafyaları, renkleriyle, tatlarıyla, yaşam biçimleriyle aktarmak içindi. Bunun dünya versiyonunu da yaptım. Dünyanın en tehlikeli yerleri adında bir Amerikan şov programı vardı. Bu projeye başladık ancak devam ettiremedik.

Hangi yıllardaydı?
1996–1997 yıllarındaydı. Bu proje kitap olarak Amerika’da ortaya çıktı.

Dünyanın en tehlikeli yerleriydi değil mi? Peki programı yapamama sebebiniz neydi?
Evet. Türk olmanın dezavantajları ile o programı yapamadık. Haberci’yi ise gelişmiş ya da az gelişmiş şeklinde nitelendirmeyeceğim. Çünkü Amerika Birleşik Devlet’lerinin de belgeselini yaptım. New York’un yanı başındaki esrar satıcılarının olduğu Brooklyn’e de girdik. Yapılamayanı yapmak, korkulana gitmek, içindeki gizemi ortaya çıkaracak bir bakıştı o belgesel. Logomuzun Mandala’nın korsanı olması, hep tehlikeli diye adlandırılan bölgelere giren çıkan bir insan, bir haberci birliği savaşçısı, görüntü avcısı olmasından kaynaklanıyor. Bu misyon ile çalıştık hep. Program devam etti. Ama Atv’deki heyecanını kaybetti. Şu anda kendi kanalımız olan İz Tv’de yayınlamaya devam ediyoruz. Tabi o eski tadıyla değil.

Neden böyle düşünüyorsunuz? Kanalınızda yer alan tüm belgesellerin ayrı bir tadı var.
Teşekkürler. Ancak toplum değişti, değerlerimiz değişti, bu tip şeylere ilgiler farklılaştı. Bu yüzden İz Tv’de Haberci’den ziyade amacım ve niyetim kanalın içindeki diğer belgesel programını daha çok çoğaltmak ve içeriklerini arttırmak.

Sipa ajansında çalışırken sizinle birlikte Lübnan’lı Ali Musa görüntü almayı bırakıp kurtarma çalışmalarına katılmıştınız. Ancak bunu yapmayanlar da yok değil öyle değil mi?
Biz bu işi yapan kişiler, fotoğraf muhabirleri, rambo filan değiliz. Sonuçta hepimiz insanız. Bunu ben değil bütün arkadaşlarım yapıyor. Toplumsal bir olayda yaralı bir çocuk görsem fotoğraf çekmeyi bırakır ona yardım ederim. Bunun aksi olması zaten yanlış olur.

Ancak bazen eli kolu bağlı hiçbir şey yapmadan işlerine devam edenler de var.
Evet var. Bu o insanların eksikliği. Ben zaten bu amaçla gitmiyorum savaşa. Ama yanımda ihtiyacı olan insan varsa kim olursa olsun ona yardım eder. Ben bir kahraman değilim bu anlamda. İnsani görevimi yerine getiriyorum sadece. Ancak dediğiniz gibi dünyada bunu yapmayanlarda olmuş. Fotoğrafçı bir meslektaşımız bunu yapamadığı için intihar bile etmiş. Afrika’da bir çocuğa akbaba saldırısında yardım edemeden işine devam etmiş. Bunu nasıl açıklayabilirim, mesleğini çok seven bir insanın işine olan konsantrasyonu çok şeyi fark edememesine de yol açabiliyor zaman zaman. Bu yüzden de kimseyi yargılayamam. Şöyle demek istiyorum; ben yaptıysam bunun adı kahramanlık değil yapamayanlar da cani değil.

Biraz da belgesel sponsorluğu konusunda konuşmak istiyorum. Belgesel sponsorluğu hala eskisi kadar zor mu?
Türkiye gelişmekte olan bir ülke. Türkiye’de sponsorluk kavramı daha çok yeni oluşuyor. Yani bırakın belgeseli Türkiye’yi dünyaya tanıtacak ciddi film konuları var. Çok uzağa gitmeyelim. Şu anda yaşadığımız en güncel olaylardan biri İsrail krizi… Holokost döneminde bir iş adamının Yahudileri nasıl kurtardığını gösteren bir film yayınlanmıştı. Kurtarmayı bırakın kurtarma sırasında hamile karısını kaybeden bir konsolosumuz vardır. Ben devletin yerinde olsam onun filmini yapardım. Ve tüm dünya televizyonlarında da verirdim. Ancak Türkiye’de bunla ilgili iştigal eden kültür bakanlığımızın içinde böyle bir anlayışa sahip insanlar ne yazık ki yok. Hiçbir zamanda olmadı. Bakanımız istese bile mevzuatlar ne kadar el verir ki… Şimdi Recep İvedik gibi bir film 5 milyon tane izleyici topluyorsa bu tip filmlere niye destek olalım diyeceksiniz. Sosyal sorumluluk kavramı da sağlıklı değil maalesef. Bu yüzden bu konularda fazla konuşmak yerine biz işimizi yapıyoruz, kalitemizi arttırmaya bakıyoruz. Sponsor olmak isteyen niye sponsor olacağına karar verir ve olmak isteyeceğini zaten bulur. Bu belgesel midir, film midir, Recep İvedik midir, çok ciddi bir yapıt mıdır onu kendilerine bırakalım. Dilenci gibi dolaşmanın hiçbir anlamı olmadığı gibi sponsor olmaya talip olanları yargılamanın da hiçbir anlamı olmadığını düşünüyorum.

“Yamyamlar Arasında” adlı bir belgeseliniz var. Dünyada bu işi sapıklık derecesinde zevk için yapan da var yaşamak için yapan da. Siz burada o kabile ile yaşadınız. Neler gördünüz?
1960-1970’lere kadar dünyada insan eti yemek konusunda belirli yerler gösteriliyordu. Dünyada yamyamlık olayı çok farklı. Âşık olduğu sevgilisini parçalayıp yiyen de var sadece zevk için yiyen de… Birkaç yıl önce bu konu üzerine bir Rus yargılanmıştı. 40’ın üzerinde kadın yemişti. Bu sebepten ötürü de idam edilmişti. II. Dünya savaşında açlıktan hiçbir şey yiyemeyen, yemek bulamayan insanların, insan eti yediğini de biliyoruz. And dağlarına düşen bir uçak yolcuları, yaşayabilmek için ölülerini yemişlerdi. Ama bazı toplumlar insana ait hem cinsini yeme özelliğini 1980’lere kadar korumuştu. Papua Yeni Gine’nin yanı başındaki bir adada bu olayların var olduğunu misyonerlerden duyuyorduk hep. Oraya belgesel yapmaya gittim ve geçmişte insan eti yiyen, yeme gerekçelerini de hayvansal protein olmadığını çünkü burada memeli hayvan yaşamadığını anlatmışlardı. Çamurda yaşayan bir takım böcekler dışında başka hiçbir şey olmadığını dile getirmişlerdi.

Bir insan nasıl yaşayabilir o halde?
İnsanoğlu gariptir ki anne sütü içerisinde beslendiği süre zarfında hayvansal proteine alışır. Bunu alamadığı zamanda da vücudunun tepkileri onu abuk sabuk şeylere götürebilir. Yani insanlar ramazan ayında 8 saatlik açlıkla mücadele veriyorlar. Ama bu diğer anlattığımla kıyaslanacak bir durum değil. 1 ay boyunca ağzınıza peynir, süt, et sokmayın değişimi göreceksiniz. Bu insanlar da kendi ölülerini değil savaştıklarında öldürdükleri insanların etlerini yiyorlar. En son örneklerini yaşadığım bir adaya gitmiştim. Buna ilişkin bir belgesel çektim. Hem cinsini yiyen ve bunu zevk olarak yapanlar var elbette şu anda dünyada. Bu hastalık olarak tanımlanıyor. Sadizm ya da sapıklık olarak da tanı konuluyor. Biz ise ihtiyaçtan kaynaklanan konunun belgeselini yaptık.

Yurt dışında Türk belgeseline olan ilgiyi hep merak etmişimdir.
Yurt dışında gelişmiş ülkelerde belgesel bir ihtiyaç. Gelişmekte olan ülkelerde ise böyle bir açıklık var ki neticesinde belgesel kanalı kuruldu. Ben hala bazı ülkelere haberci dönemimde yapmış olduğum çalışmalarımı satıyorum. İhtiyaç var ki izleniyor, merak ediliyor. Bunu yapan Türk müdür, Venezuellalı mıdır, Amerikalı mıdır bakılmıyor. Sonuçta sizin yapmış olduğunuzda olmazsa olmazlar etik kuralları, grafiğinden tutun sunumunda müziğinde belgeselin de olmazsa olmaz öğeleri varsa bir alt yazı da koyup izletebiliyorlar. Dünyada Türkiye dışında dediğimiz bir alıcısı var ki ben 15 yıl önce yapmış olduğum belgeselleri yurt dışına satabiliyorum.

Peki, Coşkun Aral belgesel çekimi öncesinde nasıl bir hazırlık yapar?
Önce araştırır, sonra takip eder, yapılmışları görür ve kıyaslama yapar. Bir aşçı nasıl önce kullanacağı malzemeleri seçerse ben de bu şekilde çalışırım. Zamanlama çok önemli. Bir aşçı örneğini verdim buradan ilerlemek istiyorum.

Büyük bir zevkle sizi dinliyorum.
Şimdi bir aşçı gelip de enginarı konservelisini almaktansa zamanında toplamayı tercih ediyorsa ben de araştırmalarımı bu yönde yapıyorum. Enginarı pişireceği ve içinde kullanacağı malzemeyi nasıl topluyorsa ben de bilgilerimi topluyorum. İşte bunların hepsi, oluşum süreci, içeriğinin dolacak malzemeleri, bunların seçimi, onları getiren insanlar ve içeriğinin kalitesi ve sunum. Bunlar derinlemesine bakıldığında tam bir ekip işi değil de nedir.

Bundan daha güzel bir açıklama olmazdı herhalde.
“Annemin Yemekleri” adlı kitabınızdan bahsetmek istiyorum biraz da. Bu kitabı neden çıkarmak istediniz?
Annem geçen yıl bir ameliyat geçirdi. Ameliyat sonunda kendisine bir hediye etmeyi planlıyordum. İşte bizi büyütürken alıştırdığı tatları kız kardeşim ve eşim ile birlikte bir envantere dönüştürdük. Bu arada bir ajanstan arkadaşımız devreye girerek bize destek oldu. Ve Ariston’un da katkılarıyla bunu gerçekleştirdik. Ancak başta amacımız sadece promosyonel anlamda bu projeyi gerçekleştirmekti. Fakat daha sonra bu kendi kendine öyle bir hal aldı ve o kadar talep gördü ki ben bu kadar tahmin etmiyordum. Halen baskısı devam ediyor. Geliri ise Türk Eğitim Vakfı’na veriliyor. Dünyada yemek çok önemli bir yer teşkil ediyor. İnsanı insan yapan üç öğeden biri yemek isteği, doyma isteği insanları da yücelten şey o yemekteki kalite ve lezzet arayışı. Ben ailemde o lezzet arayışını biliyorum.

Siirtlisiniz.
Evet Siirt’liyim. Ama ailemizin mutfağında Türkiye’nin belli başlı bölgelerinde var olan bütün yemekler pişirilirdi. Bu yüzden hiçbir tadın yabancısı değilim. Bu amaçla kitapta bunlarım tümünü derledik. Eşimde fotoğraflarını çekti bir kısmının. Güzel bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Kesinlikle çok güzel bir kitap olmuş.Bu kadar yemekten bahsetmişken sormadan edemeyeceğim. Mutlaka güzel yemek yapıyorsunuzdur.

Valla, açıkça söylemek gerekirse güzellik göreceli bir kavram. Her gün aynı yemeği yersek olmaz. Tek başıma kaldığım zamanlarda yemek yaparım ve yerim. Güzel mi hoş mu orası kişiden kişiye değişir ama her gün aynı yemeği sevmem öncelikle onu söylemem gerekiyor. Sevmediğim yemek ise, pırasa.

Belki de çoğu insan sevmez. Hiç mi yiyemiyorsunuz?
Hiç yiyemiyordum ama bu anlamda kendimi eğittim. Pırasa yiyebilmek için pırasa yeme dersleri aldım.

Çok hoşmuş gerçekten.
Evet. Mücverini yaptım, köftesini ve böreğini. Sonuçta onu bile yenir hale getirdim.

Kendinizi hangi konularda eleştirirsiniz?
Elbette yanlışlarım, hatalarım oldu ya da olacak. Olmaması için çaba gösteriyorum. Neden arayışlarına elbette girerim ama öncelikle yetişkin bir insan olduğum için sorumlusu yine ben olurum. İşte orda özeleştiri vermem gerekir. Başkasında suçu aramaktansa önce kendimde ararım. Belki de boğazıma daha az önem vermem gerekir. Kilolarımdan ötürü şikâyetim var çünkü. Sağlığıma gereken önemi vermediğim için kızarım belki de kendime…

Yapamadığınız ve yapmayı düşündüğünüz projeleriniz var mı?
Proje hırsızlığının çok yoğun yaşandığı bir ülkede olduğum için belgesel yapmaya devam edeceğim ama bu sorunun yanıtı olarak şunu yapacağım bunu yapmalıyım diyemem. Uzaya göndermek isteyen bir sponsor varsa uzaya da giderim.

Kitap yazmayı düşünüyor musunuz? Belki kendi hayatınızı…
Hayır, kesinlikle düşünmüyorum. Ben belgesellerimi yapmak istiyorum. Öyle yazar olma niyetinde değilim.

Eşinizde İz Tv’de sizinle çalışıyor bildiğim kadarı ile.
Evet, o benim tamamlayıcım aslında. Araştırmalarla uğraşıyor daha çok. Beraber bazı seyahatlere geliyor.

Küçük bir kızınız da var.
Evet. Kızımız da bizimle bazı gezilere katılıyor. Ama kızımın öncelikleri arasında okulu, eğitimi geliyor.

Kaç ülke gördü bu küçücük yaşında?
17–18 ülke görmüştür.

Daha çok küçük. Ancak o küçücük beyninde kim bilir neler saklıdır.
Çocukların hafızaları bu anlamda müthiş gerçekten.

Bir belgeselci olarak müzikle aranız nasıl?
Müzik hastası olmadım hiçbir zaman. Kulağıma hoş gelenleri dinlemeyi tercih ediyorum. Klasik müziği dinlediğim zaman da var jazz da… Olduğum ortam ve durum psikolojime göre dinlediğim müziklerde de değişim gösteriyor.

Peki kitaplar? Aslında bu soru biraz garip oldu çünkü zannediyorum okuduğunuz kitap sayısının haddi hesabı yoktur.
Ben tarihi araştırma, bilimsel araştırma, roman, anı, gezi, günlük türündeki kitapları okuyorum. Tarihte yapılan yolculuklara ilişkin kitapları seviyorum. Gideceğim ülkelere ilişkin kitapları tercih ediyorum. Gideceğim ülkelere, yapacağım araştırmalara göre kitap seçimlerim değişiklik gösteriyor. Zaten yapmış olduğum çalışmalarda kaynaklarını hep kitaplar belirliyor. O yüzden en son okuduğum bir kitap değil ihtiyacım olan kitaplara göre seçimlerimi gerçekleştiriyorum.

Şu anda okuduğunuz kitabınız ne peki?
Yemen üzerine bir kitap okuyorum bu aralık. Osmanlı döneminde bu güne kadar orada yaşanmışlara ilişkin bir takım anılar var. Bundan öncesinde de mimarlık belgeseli için mimarlık üzerine bir kitap okudum. Yani kitap konusu için sorduğunuz soru biraz değişken gördüğünüz gibi.

Evde nasıl birisiniz?
Yaşamayı çok seven biriyim. Eve de birazdan gideceğim. Bu soruyu eşime sormanız gerekiyor.