”Ben bir haberciyim, fotoğraf makinesi veya video kamera benim için bir araçtır. Estetik kaygılarım da vardır ama amacım, tanık olduğum olaylara ilişkin dünyanın anlayacağı türde, şekilde, anlaşılır belge bırakmaktır.” Son yıllarda mültecileri anlatan fotoğraf projelerine ağırlık veren Coşkun Aral, fotoğrafçılık hayatı ve yaptığı çalışmalar üzerine Büşra Sönmezışık’ın sorularını cevapladı.

Bu röportaj ilk kez Dünyanın Ortası dergisinin Şubat 2018 tarihli 11.sayısında yayımlanmıştır.

Coşkun Aral’ı bunca yıl farklı coğrafyaların peşine düşüren şey “merak” duygusu. Bir elinde fotoğraf makinesi diğer elinde kamera, 1977 yılından bu yana dünyayı karış karış dolaştı. İnsanların kaçtığı yerlere gitti. Savaş muhabirliği yaptığı dönemde defalarca ölümle burun buruna geldi. Kaçırıldı, işkence gördü. Yurt içinde ve yurt dışında açtığı fotoğraf sergileri ve yaptığı belge­sellerle pek çok önemli ödülün sahibi oldu.

Son yıl­larda mültecileri anlatan fotoğraf projelerine ağırlık veren Coşkun Aral ile pek çok şeyi konuştuk.

Bu zamana kadar hep “insanların kaçtığı yerlere” gittiniz. Sizi o bölgele­re hangi duygu çekiyordu?

Merak. Olması gereken bir duygu­dur ama bizim toplumumuzda maalesef eksik. Biraz annelerden kaynaklanan bir durum. Çünkü çocuk yetiştirirken çok fazla korumacılık, çocukların meraklı olma özelliklerini kaybetmelerine neden oluyor. Ben çok erken yaşlarda annem­den uzak, halamın yanında büyüdüm. Merakım çocukluğumdaki gibi aynen devam etti. Hatta kurucularından biri ol­duğum İZ TV’nin de sloganlarından biri de “merak et”tir.

Ama siz turistik geziler yapmıyorsu­nuz. Tehlikeli bölgelere gidiyorsunuz…

Merak ve sorgulama özelliğimiz sa­yesinde keşfediyoruz. ‘Ben kimim?’ ile başlayan ve sürekli sorgulayan aklımız sayesinde gelişiyoruz, ilerliyoruz. Tehli­ke her yerde var. Bu kapıdan çıktığınızda kafanıza bir inşaatın kalası da düşebilir, bir araba da çarpabilir. Bizim tehlike ile baş edebilmeyi bilmemiz gerekiyor, ona göre önlemler almamız gereki­yor. Bu önlemleri de yaşanmışlıklardan ders alıp, aklımızı kullanarak alabiliriz. Elbette çatışma alanlarındaki tehlike bambaşka.

Korumacılığın Sebebi Korku

Meraklı bir millet miyiz?

Coğrafyamızda merak duygusu gi­derek köreliyor. Bugünkü sıkıntı meraklı ve sorgulayıcı insanın azlığı. Bizim gibi toplumlarda insanların biraz daha koru­macı olmasının sebebi korkaklık. Mev­cut bulunduğumuz şartlar bize yetiyor, kabulleniyoruz. Gelişmişlik de bununla ilgili. Merak oranı arttığında deneyimle­riniz de artıyor. Bu sizin daha çok keşfetmenize sebep oluyor. Farklılığa açık olmamak tutuculuk getiriyor. Bunun da adı, muhafazakârlık. Kendine öğretile­nin dışında başka arayışlara girmeyen insanlar ortaya çıkıyor. Kötü bir şey olur, ben o riski almayayım diye düşünüyor bu insanlar. Hayal gücü de en az merak ka­dar önemli.

Savaş Fotoğrafçılığı Tanıklıktır

Afganistan, Irak, İran, Uzakdo­ğu’daki savaşlarda bulundunuz. Yıllar­ca savaş muhabirliği yaptınız. Bu, sizin dünyaya ve insanlığa bakışınızı nasıl etkiledi? 

Riskin çok fazla olduğu bölgeler. Üs­telik bedeller de ödedim. Defalarca ya­ralandım, kaçırıldım. Şu anda elimde bir proje var. Bir fotoğraf projesi için Gazze, İsrail, Lübnan ve Suriye’ye gitmem teklif edildi. İki üç yıl önce nasıldı, şimdi nasıl gibi karşılaştırmalı bir fotoğraf çalış­ması yapacağım.

Riski her zaman göz önünde bulundurmak lazım. Çünkü haya­tımız risk altında aslında. Savaş öncelikle biyolojimizde başlıyor. Kendi sınırlarımı öğreniyor ve o sınırları ne kadar esnete­bilirim, onu biliyorum. Ben dünyaya ve in­sanlığa olumlu bakan biriyim. Etrafımız­da olumsuzluklar, kötülükler olsa da aynı oranda da iyilik var. Bunca yaşanmışlığın ardından insanın içindeki iyinin galip ge­leceğine inanmaya devam ediyorum.

Netameli bir konudur savaş fotoğ­raflarının basında yer bulması. Ancak pek çok tarihi olayı -rahatsız olsak da- fotoğraflar aracılığı ile öğreniyoruz. Savaş fotoğrafları servis edilme etiği nerede başlayıp nerede bitiyor?

Güzel bir soru, teşekkür ederim. Sipa Press Ajansı’nda çalıştım. Ajansın dünyada farklı milletlerden aboneleri var; diyelim hem Danimarkalı hem de Japon. Japonya’da gösterdiğim bir fo­toğrafı Danimarka’da gösteremezdim çünkü insanların hassasiyetleri fark­lı. Denetleyici kurumların öne sürdüğü şartlar ülkeden ülkeye değişiyor.

Ben Fransa’ya gittiğimde bir yamyamlık olayı yaşanmıştı; Fransızlar o görüntüleri yayınlatmadılar. Neden diye sorduğumda “Her insanda yamyam olma potansiyeli vardır” dediler. Dolayısıyla küresel ya­yın sorumluluğumuz var ve bir de her ülkede yerel yayın politikaları, bu politi­kaları belirleyen sosyal, kültürel ve etik değerler var.

Savaş fotoğrafçılığıyla dünyada ta­nındınız. Fotoğraf çekmenin tanıklık gibi bir misyonu var mı?

Tanıklıktır. Filistinli bir baba meza­rına gidiyor, oğlunu gömecek yer arıyor. Bulunduğu yerden mezara kadar takip ettim. Toprağı birlikte kazdık. Tanıklık değil de nedir? Taliban’la dünyada ilk kez röportaj yaptım. Bombaların altında kaldık. Lağım çukurundan kaçmak duru­munda kaldık. Yamyamların olduğu bir bölgeye gittim. Bunların hepsi tanıklık.

Siz kendinizi cesur buluyor musunuz?

Hayır, cesur değilim. Normal bir insan gibi görüyorum kendimi. Siirt’te benden önceki iki kardeşim yokluktan ölmüş. Doktor olmayışı, ailenin o dö­nemdeki ekonomik sıkıntıları… Ben de yaşadım. Raşitizm sebebiyle ayakla­rı doğru düzgün basmayan bir insan olarak dünyanın en uzun parkurla­rında yürüdüm. Ciğerimde verem­den kaynaklanan kalıcı bir defor­masyonla dalış yaptım, zirvelere çıktım. Çünkü meraklıyım. Ben­den önceki yaşayanlardan da ders alan biriyim. İki bin yıl önce bana bırakılmış bir mesaj varsa onun peşine düşüyorum.

Peşine düştüğünüz şeyler size bugüne kadar ne öğretti?

İbni Haldun’un dediği gibi ‘Coğ­rafya kaderdir.’ Gittiğim yerlerde herkesin kötü olabileceğini gördüm. Kendim de kötü olabileceğim yanla­rımı biliyorum. Her şey bulunduğu­nuz an ve iklime bağlı.

Coğrafya deni­lince akla harita üzerinde belirlenmiş sınırlar geliyor. Oysa coğrafya sadece bundan ibaret değil. İçinde bulunduğu­nuz durumlar da davranışlarınızı değiş­tirebilir. Örneğin, Amazon ormanlarına gittiğiniz anda ışıktan mahrum olursu­nuz ve bu da bedeninizin ihtiyaçlarını değiştirir. Bence işin sırrı, insanın farklı coğrafi koşullara adapte olma yeteneği.

Ben insanüstü bir varlık değilim. Vü­cudumu ve değişimlerin neden olduğu süreçleri iyi biliyorum. Bana bedenim, aklım ve ruhum o an yaşamak zorunda olduğumu söylüyor. Ben de yapmam ge­reken neyse onu yapıyorum.

Kaç kez ölümle burun buruna gel­diniz?

Sayamadığım kadar ölüm tehlikesi atlattım. Mayın tarlalarında dolaştığım­da, önümde havaya uçan insanlara da ta­nık oldum; kurtarılması gereken bir be­beği alıp, ailesinin geride kalan fertlerine ulaştırmak için kaçarken, kucağımdaki bebeğin öldüğüne de tanık oldum. Arka­sına asıldığım kamyonun mayında uçma­sıyla, ağır yaralanıp, günlerce komada kaldım. Bunun gibi birçok örnek var.

Yaser Arafat gibi devlet başkanla­rıyla dostluklarınız oldu. Bir muhabir olarak röportaj yapmak isteyip de ya­pamadığınız biri var mı?

Geçmişte yaşamış olsaydım Nazım Hikmet, Albert Einstein, Leonardo da Vinci ve Fatih Sultan Mehmet’le de yap­mayı isterdim.

12 Eylül ve Diyarbakır Uçağının Kaçırılması

12 Eylül’de Yılmaz Yalçıner darbeyi protesto etmek için Diyarbakır uçağını kaçırdığında uçaktaydınız. Bilerek mi oraya gittiniz yoksa tesadüfen mi?

Bilerek gitmedim, haberim yoktu ama o güne kadar böyle bir durumda ne yapabilirim diye düşünüyordum. Düşün­düğüm şey gerçek oldu.

Terörist olduğunu düşündünüz mü o an? Yoksa darbeye direnen bir kahra­man mıydı?

Anonsu yaptığı anda terörist olduğu­nu düşündüm ama hayatım hep okumak­la, görerek ve gerçek hikâyelerle geçtiği için iz sürdüm. Dünyada o güne kadar hiç uçak kaçırılmasına ilişkin röportaj yapılmadı. Bunu yapmanın sana düştü­ğünü ama riski olduğunu da biliyorsun. Nitekim 5 gün cezaevinde kaldım ve iş­kence gördüm.

Haberciyim, Kamera Benim İçin Araç

Gezi fotoğraflarını 21 muhabir im­zası ile kitaplaştırdınız. Olaylar na­sıl büyüdü size göre? Yani Park’tan Taksim’e nasıl yayıldı? Fotoğraflar arka plana dair konjonktürü de veriyor mu?

Bir foto muhabiri olarak Gezi’ye iki kere gittim, çektiğim fotoğrafları sadece arşivimde değerlendirdim. Dünya bası­nında yer alan, meslektaşlarımın çalış­malarına ilişkin bir kitabın oluşumunda editörlük yaptım. Gezi olaylarını siyasi olarak değerlendirme yetisine sahip de­ğilim. Ancak o günlerde görevini yapan foto muhabirlerinin evrensel başarısı ve dünya basın fotoğrafçılığı alanında elde ettikleri ödüller, başarılar önemlidir.

Bugün gazeteci var mı? Siyasi görü­şü ötesinde tarafsız takip etmeyi başarabiliyor mu gazeteciler?

Çok gazeteci var ama herhangi bir konu üzerine görüş bildirirken herkes otosansür yapmak zorunda kalıyor.

Haber, fotoğraf, belgesel… Artık bunların hangisine daha yakın hissedi­yorsunuz kendinizi?

Ben bir haberciyim, fotoğraf maki­nesi veya video kamera benim için bir araçtır. Estetik kaygılarım da vardır ama amacım, tanık olduğum olaylara ilişkin dünyanın anlayacağı türde, şekilde, an­laşılır belge bırakmaktır.

Suriye İçin Önemli Olan Barışın Kalıcılığı

Son yıllarda Suriye savaşına tanık­lık ettiniz. Şimdilerde ise yeni bir sava­şa girileceği konuşuluyor…

Şu anda ABD ve Rusya bölgede yeni bir düzenleme yapmaya çalışıyor. Tıpkı I. Dünya Savaşı’ndan sonraki gibi, bölge ülkelerinin kaderleri de haritaları da de­ğişebilir ve ben bundan korkuyorum.

Şu anda mülteciler üzerine bir pro­je yapıyorsunuz. Meselenin bir siya­si boyutu bir de sosyolojik boyutu var. Bu meselenin üstesinden gelebildik mi sizce?

Mültecilik konusu üzerine kendi yapmış olduğum çalışmaların yanı sıra farklı objektiflerden farklı ülkelerde­ki mülteci dramlarına tanıklık etmiş meslektaşlarımla Malezya’nın başken­ti Kuala Lumpur’dan başlayıp, Ankara ve İstanbul’a kadar birçok yerde sergiler açtık, paneller düzenledik. Şubat ayının başında da yine mülteci dramlarına tanık olmuş Tayland’ın başkenti Bangkok’ta sergimiz açılıyor. Ardından bu sergiyi Türkiye’de Gaziantep ve Avrupa’da da Paris ve Ber­lin gibi şehirlerde de devam ettireceğiz. Bu projenin uzun dönemde, katılımların artarak devam edeceğini düşünüyorum.

Bizim başta yaptığımız hatalar ve onun yarattığı sonuçlar yakın zamanda fark edildi. Şu anda yapmamız gereken tek şey, ülke olarak, bizde kalacak mülte­cilerin entegrasyonu, iş gücü ve yaşam kalitelerinde istismarın kaldırılıp, on­ların da artık bu toplumun bir parça­sı olarak kabul görmelerini sağlamak. Dönmek isteyenlere de ülkelerinde taraf tutmadan barışın kalıcı olması için çaba göstermelerini sağlamak.

Perde Pilavını Güzel Yaparım

“Annemin Yemekleri” adında bir de yemek kitabı çıkardınız. Bu yönünüz nereden geliyor? 

Yemek yemeyi severim, iyi de ye­mek yaparım. Yemek konusunda Türk mutfağı dâhil farklı mutfaklara ilişkin konferanslar da veriyorum. “Annemin Ye­mekleri” projesini annem kalp ameliyatı olduğu dönemde, ona sürpriz olsun diye hazırladık. Çok da mutlu oldu. Siirtli ol­duğum için Siirt mutfağına ait yemekleri yaparım ama annem kadar iyi içli köfte açamam. Perde pilavında iyiyimdir.

En sevdiğiniz, en iyi yaptığınız ye­mek hangisi?

Kendi bulunduğum yörenin yemek­lerini seviyorum. Onları ayda bir defa da olsa yaparım. Dolma yemeyi de yapmayı da çok seviyorum. Bunun dışında deniz ürünlerini çok seviyorum. Turşuyu da pas geçmemem gerekir.

En Çok Ülkemi, Hindistan ve Uzakdoğu’yu Seviyorum

İşiniz nedeniyle çok geziyorsunuz. Dünya’da gitmediğiniz yer kaldı mı?

Gitmediğim Afrika’da iki ülke var. Coğrafya olarak yok. Kamerun, Kuzey Kore, küçük ada ülkelerine gitmedim.

Sevdiğiniz ülke ve millet hangisi?

Kendi ülkemi çok seviyorum. Fransa’da 17 yıl yaşadım. Sonunda insan kendi ülkesine dönmek için hasret duyu­yor. Hindistan’ı ve Uzakdoğu’yu severim. Her yıl bir kez gitmeye çalışırım.

Belgesel yapımcısısınız. Türkiye’nin belgesel alanında geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz?

Teknolojik açıdan iyi bir noktadayız. Ama konu seçiminde bazı çekinceler olduğu için ortaya yeterince iyi işler çıkmıyor. Eğer bu korku ortadan kalkarsa çok iyi işler yapı­labilir. Şu an kanalımız Katar’a satıldığından biz de eskisi gibi belgesel yapamıyoruz. Bu da benim için çok üzücü bir durum.

Nasıl bir arşiviniz var. Dijitalleşme ve teknoloji ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Farklı alanlarda birçok fotoğraf, video ve belge arşivim var. Birçoğu dijital ortam­da bulunuyor ama teknoloji geliştikçe, bu dijital kopyaların da korunması ve yenilen­mesi gerekiyor. Sonu olmayan ve sürekli yenilenen bir çalışma. Bu alanda çalışacak insanlara ihtiyaç var.