Bu yazı ilk kez, Kıymet Coşkun imzasıyla, Coşkun Aral’ın Kafa Dergisi’ndeki “Haberci Kafası” sayfası için yazılıp yayımlandı.

Bir şiir vardır Japonya’da ders kitaplarında okutulan, üzerine besteler yapılan; “Teyze amca bir imza ver/ Çocuklar öldürülmesin / Şeker de yiyebilsinler…”

Bundan birkaç yıl önce Hiroşima’ya atom bombasının atılışının yıldönümünde düzenlenen törenlere katıldım. Belgeselci dostlarım Deniz, Müge, Coşkun Aral ve Ömer Denizer’le birlikte düşmüştük yollara. İlk durağımız olan Tokyo’dan Hiroşima’ya trenle gittik. Yol boyunca 1945 sabahı bırakılan alev topunun, şirin ada kenti Hiroşima’yı cehenneme çevirişini düşündüm!

Pilot bombayı atarken bunun sonuçlarının ne olabileceğini biliyor muydu? Ya onu buralara yollayanlar? Atomu bulan bilim insanlarının bombanın kullanımını engelleme çabalarını gören, duyan var mıydı? Savaşın Avrupa tarafında bitmesine ve Japon İmparatorluğu’nun teslime hazırlandığının bilinmesine karşın yollanan bu uçak neyi kanıtlamak içindi? On binlerce masum insanı küle dönüştürmek, dünyanın efendiliğine soyunanların bir güç gösterisi mi, yoksa basit bir deney miydi?

75 bin Hiroşimalı yok olmuş, on binlercesi sakat ya da ölümcül hastalıklara gebe bırakılmıştı. Sabahın erken saatlerinde her şeyden habersiz işlerine, okullarına gitmek üzere evlerinden çıkan Hiroşimalılar son duruşlarıyla, yürürken ya da otobüste ölüm anıtı gibi, kolları demirlere asılı bedenleriyle kömürleşmişti. Bombanın izleri on binlerce kişide fiziksel ve psikolojik bir travmaya, yıllar sonra çıkacak hastalık ve ölümlere yol açtı.

Bombanın etkilediği kişilerden biri de küçük Sadako’ydu. Yıllar sonra ölümcül hastalığını öğrendiğinde başladı kağıttan turnalar yapmaya. Kağıttan bin turna kuşu efsanesine göre bin adet kağıttan turna kuşu yapıldığında dilekler yerine geliyordu. Sadako da kuşları tamamladığında sağlığına kavuşacağına inanıyordu.

“Kanatlarınıza huzur yazacağım ve böylece bütün dünyayı özgürce dolaşabileceksiniz” diyordu. Ancak turnalarını tamamlayamadı. 644.turnasını katlarken son nefesini verdi. Ölüm haberini alan arkadaşları tamamladı kuşları ve kağıt turnalar Sadako ile birlikte gömüldü.

Tören günü, sabahın altısında otelimizden çıkıp yola koyulduk. Öğrenciler okul kıyafetleriyle yerlerini almıştı. Alanına girişte gönüllülerin bağladığı, barış rengi mavi ipler bileklerimizdeydi. Sabah tam 08.00’de başladı tören. Bombanın bırakıldığı 8.15’te saygı duruşu yapıldı. Bütün Hiroşima nefesini tutmuştu. Japonya’nı her yerinden gelen sanatçılar dev bir koro ve orkestra oluşturmuştu. Brışın sesi etkileyici müziğiyle Hiroşima göklerinden dünyaya yayılıyordu. Yüreğimizi alıp götüren bir duygu seliydi yaşadıklarımız. Yapılan kısa ve öz konuşmaların ardından gökyüzüne bırakıldı barış kuşları!

Hiroşima’nın atom sıcağını çağrıştıran boğucu havasında, binlerce konuğa ardı ardına uzatılan buzlu havlular bile serinlemeye yetmiyordu. Sabah saatlerinin bunaltıcı sıcaklığı günün nasıl geçeceğinin de habercisiydi. Kendinizi müzeye attığımızda dehşet verici görüntülerle bir kez daha sarsıldık. Sasaşi Sadako’nun ağabeyiyle Anı Müzesi salonlarından birinde buluştuk. Tüm yorgunluğumuza karşın her ikimiz de birbirimize soru sorma telaşı içindeydik. Masahiro Sadako kardeşini anlatmaya başladı. Bombanın atıldığı sırada –merkezde olmayan- evinin önünde oynayan Sadako, anlayamamıştı olan biteni. Yıllar geçtikçe başlamıştı sıkıntıları. Kardeşinin acısı bugün bile yorgun gözlerine yansımaktaydı ağabeyinin.

Akşamın karanlığı üzerimize inmeye başladığında bile serinliği hissedemiyorduk. Alacakaranlıkta ışıldayan fenerlerin büyüsü he rşeyi unutturuyordu. Yıllardır yapılan gelenekselleşmiş bir törendi izlediğimiz. Parkın girişine kurulan stantlardan alınan kağıt fenerler, üzerine yazılan dileklerle birlikte suya bırakılıyordu. Suyun üzerinde, akıntı doğrultusunda yüzen bu rengarenk fenerlerin büyüleyici görüntüsünün yarattığı heyecan, nehir kıyısından yükselen müziğin sesiyle doruğa ulaşıyordu. Müzik, dünyanın çeşitliliğine vurgu yapar gibi zengindi. Nehrin bir kıyısından yükselen bir arya ve biter bitmez öte yakadan bir çello sesi geliyordu kulaklarımıza. Hemen ardından yerel bir şarkıyı, ardından bir pop parçasını dinliyorduk. Kırmızı, mavi, yeşik ya da sarı fenerler müziğin etkileyici temposuyla dans eder gibi süzülüyordu suyun üzerinde. Her fener bir yürek miydi yitirilen ya da söylenen şarkılar birer ağıt mıydı acılara? Törenden ayrılırken önümde koşan Hiroşimalı çocuklar utangaç gülümseyişleriyle fotoğraf çekmeye çalışan küçük Sadako’yu yaşatıyordu.