Paris bana göre yalnızlıklar şehridir. Bir başkasına göreyse aşkın şehri. Kimileri hayallerini gerçekleştirir, kimileri en büyük umutsuzluklara kapılır bu şehirde. Paris’in belki de herkesçe kabul görebilecek en önemli özelliği, sürekli kendini özletmesidir.

Bu şehrin binaları tıpkı asırlık çınarlara benzer. Üzerlerinde en ufak bir değişikliğe izin verilmez. İşte bu binaların tavan araları, “chambre de bonne” olarak bilinen hizmetçi odalarıdır. Bu hizmetçi odalarının yüksek camlarından bakınca, çoğunlukla gri gökyüzü ve onun elini tutmuş gri binaların asık suratı görülür. Oysa Paris, neşeli bir şehirdir. Binalar asık suratlı olsa da, sokak aralarındaki brasserie’lerde kalabalık buluşmalar yaşanır; kahkahalar duyulur.

Bu neşeli şehirde yalnızlık çok doğaldır. Otobüs duraklarında kendi kendilerine konuşan yaşlılarla karşılaşmak hep olasıdır. Meşhur kafelerinde sandalyeler birbirine bakmaz, dışarı dönüktür. Zincir kafelerin yavaş yavaş yerini aldığı bu tanıdık görüntü bile şimdiden eskimiş olarak nitelendirilebilir. Göç, euro’ya geçiş ve bunun yarattığı ekonomik darboğaz Parisliler’i vuralı çok oldu. Artık Paris sokaklarında bambaşka bir Fransızca konuşulmakta. Kahve ve kruvasan ikilisi sanki eski bir dost, bir zamanlar olduğu gibi herkesin ulaşabileceği kadar ucuz değil. Kiraydı vergiydi derken Parisliler’in hayatları da işten eve, evden işe gitmekle geçiyor.

Zengin turistlerin en sık uğradıkları şehirdir Paris. Yılda 20 milyondan fazla ziyaretçi alır. Bu rakam neredeyse tüm Türkiye’ye gelen turist sayısına yakın. İstanbul ise beşte biri kadar turisti ağırlıyor sadece. Lüks mağazalar, restoranlar, pahalı şaraplar, peynirler… “Clochard” olarak adlandırılan evsizlerin diplerinde uyudukları anıtları görmek için binlerce kilometre uzaktan gelen turistlerin alışveriş ettikleri mağazalara birçok Parisli giremez bile. Paris turistlere kollarını ardına kadar açar ama evsizlere açılan tek kapı metro istasyonlarının kapısıdır. Havalar soğudu mu, metronun içinde yatıp, donmaktan kurtulsunlar diye.

Dünyanın en önemli müzesini de barındıran Paris’te ölüm bile bambaşkadır. Père Lachaise olarak adlandırılan mezarlıkta kimler yoktur ki? La Fontaine’den Balzac’a, Oscar Wilde’a, Bizet’ye, Edith Piaf’a kadar birçok ünlünün son durağıdır burası. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın da mezarları Père Lachaise’de bulunuyor. Napolyon’un 1804 yılında kurduğu bu mezarlık açıldığı dönemde şehirden uzak kaldığı için hiç ilgi görmemiş ancak mezarlığın ilgi görmesi için 3 yıl sonra La Fontaine ve Molière’in mezarları buraya taşınmış. Bu da beklenen etkiyi vermiş. Bugün Père Lachaise’de 300 bin kişi yatmakta ve mezarlık her yıl yüzbinlerce ziyaretçiyi ağırlıyor.

Çok yüzlü bir şehir olan Paris’te bir de Disneyland var. Sadece 2007 yılında 15 milyona yakın ziyaretçi alan Disneyland, Avrupa’dan en çok ziyaret edilen nokta olmuş. “Hayallerin gerçek olduğu yer” olarak adlandırılan bu parka gitmeden önce çok iyi hesap yapmak gerektiği kesin. Çünkü hayalleri gerçekleştirmenin bedeli büyük.

Kısacası Paris gidilesi bir şehir ama Paris’te yaşamak son dönemlerde Parisliler için bile zor. Paris’in sakinleri artık değişiyor. Yıllarımın geçtiği bu şehirde edindiğim dostlar şimdilerde Türkiye’de yaşamaya geliyor. Onların ağzından eksilmeyen bir laf var : “Eski Paris böyle miydi?” Bu cümle size de tanıdık gelmiyor mu?

[su_divider]

*Coşkun Aral’ın bu yazısı Papyon dergisinde yayınlanmıştır.