Öyle bir kent düşünün ki, binlerce yıllık tarihi süresince hem onu yok etmek isteyen istilacılara kafa tutsun hem de tarihin zorunlu kıldığı değişimlere karşı dirensin. Evet, böyle bir kent varlığını koruyor hâlâ Asya‘nın bir ucunda. Çin‘in Doğu Türkistan adıyla tanıdığımız Sing Kiang Uygur Özerk Bölgesi‘nde bulunuyor bu kent. Adı: Kâşgar.

Bu kentin ismi, Türklerin ana yurdunun tam göbeğinde bulunmasına rağmen Türkiye‘de pek bilinmez. Çoğu zaman trekkingçilerin cenneti hâline dönüşmüş olan Kâşgar dağlarıyla karıştırılır adı. Öte yanda, Uzak Doğu gezginleri için liste başı bir yerdir bu büyülü kent. Üstelik yolculuk programlarında Kâşgar için ayrılan bir iki günlük süre bazen aylara sarkar, tabii kente giriş çıkışlar Çin otoritelerince yasaklanmamışsa.

Tarihinde, önce Çinlilerin ―Çirkin Adamlar‖ anlamına gelen ―Vu-Su‖lar olarak adlandırdıkları mavi gözlü, uzun boylu, sarışın bir ırka ev sahipliği yapan Kâşgar daha sonraları, Yüeçiler‘in Moğolların ve değişik Türk boylarının istilasına uğramış. Konargöçer Türk boyları arasında en uygarları olarak tanımlanan ―Uygurlar‖ yaklaşık on asır süresince Kâşgar‘ı en gözde kentleri hâline getirmişler. Asya‘yı baştanbaşa aşan İpek Yolu‘nun kervan yollarına egemen konumuyla ünlü, bugün bile Urumçi‘den Pamir Yaylası‘na giden deve kervanlarının ihtiyaç molası verdikleri dev bir kervansaray bu mistik kent.

Kâşgar… Çince, yani Hanzu dilinde ―Kaşi‖, ışıldayan inci. Tarihi binlerce iplikle dokunmuş Orta Asya‘nın düğüm noktası olan bu kent, yüzlerce yıldır ipek, baharat yüklü kervanların yolunu aydınlatan bir fener, kervancıların soluk aldığı bir vaha gibi…

Kâşgar‘ın bütün bu özelliklerinin yanı sıra, Türkler için ayrı bir önemi daha var. Onuncu yüzyılda Karahan Türkleri‘ne başkentlik yapan kent, bu tarihlerde bölgenin en büyük kültür merkezi hâline geliyor. Kâşgarlı Mahmut, ilk Türk dili sözlüğünü, Yusuf Has Hacip ise Kutadgu Bilig adlı manzum didaktik eserini burada yazıyor.

Betonlaşmaya karşı direnen özgün mimarîsi içinde bugün de otantik yaşamlarını sürdüren Kâşgarlılar, Hanzku olarak adlandırdıkları Çinlilere karşı zaman zaman silaha başvuruyorlar. Böylece merkezî yönetim ve buna karşı çıkan Uygurlar arasında çıkan çatışmalar, Kâşgar‘ı Çin‘deki ikinci yasak şehir hâline getiriyor. Çin, yarım asırdır sürdürdüğü kapalı kutu ve baskı politikasını 2000 yılına taşır mı bilinmez; ama bilinen bir gerçek, Uygur azınlığının direniş merkezi Kâşgar‘ı diğer Uygur şehirleri gibi Çinlileştireceği.

Büyülü kent Kâşgar‘a gitmek kolay değil. Herhangi bir turizm bürosunda size Çin kentlerine dair yüzlerce broşür verilebiliyorken, nedense Doğu Türkistan, yani Sin Kiang‘a ilişkin broşür ya yok ya da yalnızca tamamen Çinlileştirilmiş Urumçi kentine ilişkin birkaç kâğıt sunuluyor. Öte yandan, gizemlerle dolu bu bölgeye gitmenin birçok yolu var. Tek sorun Çin vizesi. Bu bölgeye giden Türkler, Çinliler. Nedense pek sıcak bakmadıkları için biraz duyarlı davranıyorlar. Hele ziyaret edilecek tek kent olarak Kâşgar yazılmışsa vize almanız hemen hemen imkânsız. Eğer vizeniz varsa, Türkiye‘de yaşayan birinin seçeceği en kısa yol her hafta Ankara‘dan kalkan Çin Hava Yolları uçağı ile önce Urumçi‘ye, oradan da uçak veya üç gün süren otobüs yolculuğu ile Kâşgar‘a varmak olur. Bu yolculuğun son etabı teorik olarak mümkün. Hele, ―hayır‖ kelimesinin kullanılmadığı Çince‘de yüzde yüz garanti. Ancak dört bin yıllık diplomasi ile oldukça zorlaştırılan bu yolculuktan her an gönüllü olarak vazgeçtiriliyorsunuz. Tabii yeterli paranız ve benim kadar inadınız varsa durum değişiyor.

Türkî Cumhuriyetlere seyahat kolaylığı ile neredeyse komşu kapı olan Çin‘e gidebilmek için sol kulağa sağ kulak üzerinden ulaşma misali Hong Kong ve Pekin üzerinden hareket ediyorum. Dört etaplı seyahatimin daha ilk etaba ilişkin masrafı bir dünya turu biletine eş değer. Dünyanın dört bir yanından bir milyar iki yüz elli milyon çekik gözlüyle bir şeyler pazarlama telaşıyla yanan, Bond çantalı iş adamları arasında buluyorum kendimi. Üç yıl önce tanklarla ezilen insanların kanlarıyla yıkanan Tianenman, yani ―güneşin sessizliğe açılan kapısı‖, Avustralya‘ya kaybedilen olimpiyat ev sahipliği posterleriyle çevrilmiş. Mesai saatleri öncesi ve sonrası, milyonu aşkın bisikletli Çinli‘nin aktığı insan selinde akıntıya pedal uydurmak oldukça zor.

Zor olan başka bir şey de, Çin‘de yabancılara uygulanan farklı para birimi. Halk arasında ”yuan” olarak tanımlanan ”RMB”yi yabancılar kullanmıyor. Küçük ebatta bir banka tahvili görünümündeki ”SEC”yi kullandığınız zaman fiyatlar Türkiye kadar pahalı oluyor.

Meslek hayatımın en pahalı ve en kısa seyahati olarak anımsayacağım yolculuktaki ilk durağım Pekin‘deki turizm bürolarından biri oluyor. Turist olarak Kâşgar‘a gitme isteğim karşısında hiç de şaşırmayan görevli bayan, önüme bir sürü İngilizce form koyuyor. Anlaşılan başvurular oldukça fazla. Formlardan birinde Kâşgar, Aksu, Hotan gibi Uygur şehirleri ve Tibet‘in bazı bölgelerine ancak resmî rehber eşliğinde gidilebileceği ve turistin, Pekin‘den itibaren, rehberin bütün masraflarını üstleneceği belirtiliyor. Üstelik dövize eşdeğerli “FEC” üzerinden. Yasak şehir Kâşgar‘a ulaşma sevdam uğruna, kişi başı 800 USD ödeyerek kendime ve bana eşlik edecek Çinli bayan polise Pekin-Urumçi bileti alıyorum.

Pekin Havaalanı iç hatlar terminali, modern görünümdeki dış hatlar terminalinden oldukça farklı. Tuvaletleri Çin‘in iç kısımlarında türden, aralarında duvar ve kapı ayrımı olmayan deliklerden ibaret.

―XİNJİANG‖ Hava Yolları‘na ait Tupolev 154 tipi uçağa binerken, rehberim ―Si‖ bindiğimiz uçağın, bizim “Doğu Türkistan” olarak tanımladığımız Sin Kiang Uygur Özerk Bölgesi seferlerine ayrıldığını söylüyor. Türkiye‘de tanıdığım Uygur Türkleri, Çince ―yeniden kurtarılan topraklar‖ anlamına gelen bu isim yerine Sincan demeyi tercih ediyorlar. Uçağımızın havalanmasından kısa bir süre sonra “Mandarin” ve “Kanton” Çinceleriyle yapılan iki kalkış anonsunu bu kez Uygurca bir anons izliyor. Uçaktaki Çin ve Uygurları, çekik gözlerine rağmen birbirlerinden ayırabiliyorum. Yolculuk boyunca yapılan ikram servisinde dağıtılan minik hediye paketlerinde kuru üzüm ve incir sunuluyor. Paketlerin üstünde Çince ve Arap harfleriyle yazılmış Uygur diliyle açıklamalar bulunuyor.

Tamamen Çinlileştirilmiş eski Uygur şehri Urumçi‘de birkaç saatlik konaklamadan sonra “ışıldayan inci” için tekrar havalanıyoruz. Saatlerce Orta Asya çöl ve steplerinin büyülü rüzgârları üstünde yol alan uçağımız, güneşin bilediği Tien-Şan dağlarından Karakurum Çölü‘ne yağan kızıl kıvılcımlar arasında inişe geçiyor. Sonsuz gibi gelen çöl birden kendini bir ırmağın iki yakasında yer alan yemyeşil bir vahaya bırakıyor. Kendimi 2000 yılında Harran Ovası‘ndaymışım gibi hissetmek istiyorum. Birkaç çirkin beton yığını dışında bin yıldır bozulmamış dokusu ile Kâşgar tam altımda. Güzelim asma bahçeleriyle yığma evler, bana Mezopotamya kentlerini anımsatıyor.

Pistte alçalan uçağın kanadı yüzünden zorlukla gördüğüm dev Mao heykeli, şu anda Çin‘de varolan son Mao. 1956 yılında “Yüz çiçek açsın, yüz düşünce yarışsın” sloganı ile Mao ve Kızıl muhafızları tarafından başlatılan devrimde, ülkenin her köşesine tek bir taştan oyulmuş Mao heykelleri dikilerek üç aşamalı devrim ebedîleştirilmek istenmişti. Çin‘i âdeta kızıl bir kum fırtınası gibi etkileyen Kızıl Muhafızlar, 1970 yılından itibaren etkilerini kaybedince, ülkedeki Mao heykelleri birer birer sökülmüş, âdeta turistlere satılmak üzere bitpazarına düşürülmüştü. Nedense Kâşgar‘daki son Mao dimdik ayaktaydı. Tianenman Meydanı‘nda Yasak Şehir girişine asılan minik bir portresiyle anılan Mao Zedung, Uygurlar tarafından çok mu seviliyordu?… Yanı başımda oturan genç Uygur‘a pencereden görünen Mao heykelini gösterdiğimde aldığım yanıt şuydu: “O, Hanzu‘nun kâfir padişahıdır…”

Bilim-kurgu filmlerinde sık sık işlenen “zaman içinde yolculuk” Kâşgar‘da her pazar kurulduğunda yaşanıyor. Yüzyıllardan beri kesintisiz olarak kentin merkezinde yüzlerce dekarlık alana kurulan dünyanın bu en eski ve en büyük açık Kâşgar Pazarı‘nın bir bölümü de erkeklerin yalnızca uzaktan seyredebildikleri kadınlar pazarı. Renkli çarşaflarıyla, başlarını tümüyle örten sık dokumalı fileleriyle yüzlerce kadın kendi aralarında yoğun bir alışveriş içinde.

Pazarın sağlık ile ilgili hizmet veren bölümünde ise dünyanın en eski dini Şamanizm‘in son temsilcileri Şaman rahiplerinin seyyar klinikleri bulunuyor. Yere serdikleri tezgâhta yok yok; Sibirya ayısı pençesinden timsah dişine varıncaya kadar akla gelebilecek her türlü kurumuş organ parçası, bitki kökleri… Şamana probleminizi söylemeniz yeterli.
Pazarın eğlence merkezi olarak tanımlanan bölümü ise dünyanın en büyük bilardo alanı görünümünde. Sabahın erken saatinden itibaren oyun salonlarındaki bilardo masalarını sırtlarına yükleyip pazara getiren Kâşgarlı gençler, alışveriş süresince ziyaretçilerle bilardo oynuyor. Çin‘de millî oyun olarak tanımlanan bilardo, özellikle Sinkiang‘ta çocuklar arasında yaygın.

Pazarın bir bölümü ise ilkel küçük el tezgâhlarında yapılan onarım atölyeleri. Onlarca parçaya bölünmüş bir porselen çaydanlık burada sabırlı bir ustanın ellerinde birkaç saat sonunda bir bütün hâline getirilebiliyor. Üstelik tamirden sonraki ilk çay servisi orada kurulu ocakta yapılıyor. Bu işlemlerin sırasında kullanılan aletler ise ilkel olmalarına rağmen ilginç. Örneğin, porseleni perçinle tutturmak için kullanılan matkap minyatür bir yay içinde hareket eden sivri bir çividen oluşuyor. Tien-Şan dağlarından getirilen buzun içine yerleştirilen dev kazanda, baharatlı, salepli, vanilyalı süt, bir kayış yardımı ve bilek gücü ile birkaç saat sonra dondurma hâline dönüşüyor. Kâşgar‘dan birkaç kilometre ötedeki Abak Hoca Türbesi‘ne kadar uzanan süpermarkette yok yok! Tabii yaşadığımız çağa ait değil bahsettiklerimiz. Modern çağa ilişkin bulunabilecekler çok sınırlı burada.
Kenti ikiye bölen Kızılderya nehrinin iki yakasında kurulan pazar ile ilgili hazırlıklar cumartesi gününden başlıyor. Yolculuklarını buna göre hazırlayan ve asrımızın ulaşım araçlarına karşı direnen bu insanlar, yüzlerce kilometreyi at, deve, katır sırtlarına yükledikleri mallarıyla katedip, buluşma yeri Kâşgar‘a ulaşıyorlar. Hatta Tien-Şan dağlarından develer yüklenen buz parçaları, modern çağın hiçbir nimetinden faydalanılmadığı hâlde, pazardaki dondurmacıya erimeden ulaştırılıyor. Kâşgar Pazarı‘na gelenler yalnızca Sinkiang yerlileri değil, Tibetli tuz tüccarları, Mançuryalı ipek tüccarları, hatta Pakistanlı ve Hindistanlı baharatçılar da pazar esnafı arasında yerlerini alıyorlar. Pazarın yalnızca bir bölümünde yirminci yüzyıla hafif bir dirsek teması oluyor. O da, Pakistanlıların kontrolü altındaki radyo ve teyp satılan bölüm. Kadeh kıracak kadar güçlü rezonans dalgası içinde bir anda yüzlerce müzik aletinden yayılan her tür müziği duymak mümkün; İbrahim Tatlıses‘i bile. Pazarın diğer bölümlerinde bir insan seli içinde ilerlerken, birdenbire kendimizi çizgi roman kahramanları “Bayboralar‘ın Karacaoğlanlar‘ın, Camokalar‘ın” arasında buluyor gibiyiz. Nehir kıyısında bir toz bulutu içinde yürüyoruz. Burası at, deve, katır türü ulaşım araçlarının satıldığı dev bir oto galerisi. Kol sallayarak yapılan yoğun alışveriş jimnastiği, dişlere bakılıp yapılan yaş tahmini, yüzlerce metre uzanan bir koridor içinde oto tamircilerini anımsatan nalbant, zincir, askıya asılıp nallanan atlar, küçük tezgâhlarda satılan eyer, semer, örs, üzengi… Canlı küçükbaş hayvan pazarının yanı başındaysa fast-food lokantalarını andıran buharlı mantı tezgâhları, kebapçılar, iç pilav kazanları ve pide hazırlamada kullanılan, içinden alev fışkıran körüklü tandırlar, akasya ağaçlarıyla çevreli yol boyunca süpürge imalatçıları, sabuncular, sepetçiler, tohum tezgâhları, çiçekçiler ve akla gelebilecek her şeyi satan esnafla karşılaşmak mümkün.

Güneş batımına kadar süren tarih içindeki yolculuk, beraberindeki yükü satan ve ihtiyaçları olanlarla değiştiren konuk satıcıların denklerini düzenleyip yola koyulmaları ile son buluyor.