Norveççe yayın yapan politik analiz sitesi Agenda Magasin’den Krystalli Glyniadaki, Coşkun Aral’la bir röportaj gerçekleştirdi. Krystalli Glyniadaki’nin kaleminden bire bir aktardığımız röportajın orijinaline BURADAN ulaşabilirsiniz.
“Fotomuhabiri, savaş muhabiri, sakin feminist”
“İlk atış, yakınlarda çalışan bir hidrolik matkaptan geliyor gibiydi, ama bir yıldırım refleksi, duyularımın aldatıldığı konusunda beynimi uyardı. Benzer şeyler, aynı anda meydanın etrafındaki binlerce insanda da gerçekleşmiş olmalı. İlk önce her şey sessizleşti, ama atışlar devam etmeye başladığında her yönden umutsuz çığlıklar ve panik başladı. İnsan toplulukları şimdi korkudan kaçışmaya başlamıştı. Birisi ‘Ateş ediyorlar!’ diye seslendi. Birileri otomatik silahlarla gelişigüzel ateş etmeye başladı. Sırtımdan güçlü bir itişle öne doğru fırlatıldım. İşte o zaman gerçek bir korku hissetmeye başladım. Vurulduğumu sanmıştım. Bunun bir mermi olmadığını, arkamdaki insanların kaçmaya çalıştığını anladım. Kalabalığın akışına yakalandım ve o yönde taşınmaya başladım. Ayaklarımın üzerinde durmak imkânsızdı. Arkadan gelen baskının çaresiz bir kurbanıydım ve başka ne yapabileceğimi düşünmeden ben de onları itmeye başladım. Aniden uzun boylu bir genç adam önümde durdu, kollarını havaya kaldırıp “Panik yapma, koşma!” diye bağırdı. Kabataş İskelesi’ne doğru inen Kazancılar’a yakın olduğumuzu fark ettim. Tepe, birbiri üzerine yığılarak düşmüş cesetlerle doluydu. Kaldırım taşı üzerindeki cansız bir bedenin üstüne tökezleyip ellerim ve ayaklarım üzerine düşerek dizlerimi incittim. Acı beni vurdu ve arkamdan gelen insan dalgasının tehditkârlığıyla birlikte hayatta kalma içgüdümü tetikledi. Bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum, yoksa kısa sürede ezilerek ölecektim.”
Çok değil birkaç yıl önce, İzzet Celasin’in ödüllü kitabı “Black Sky, Black Sea” (“Kara Gök, Kara Deniz”, Türkçede Apollon Yayıncılık tarafından 2010’da basıldı.) kitabındaki bu satırları Yunanca’ya çevirirken, bir gün, günümüzün en ikonik fotoğraflarının bir kısmını çeken bu adamla tanışmak istemiştim: Türk savaş muhabiri ve fotomuhabir Coşkun Aral.
“Filmlerinizi alın, ofisime gelin” dedi!
Taksim meydanında 35’ten fazla barışçıl eylemcinin Türk derin devleti tarafından vurulup öldürüldüğü veya izdiham nedeniyle ölümlerine neden olduğu olaylar, Türkçede “Kanlı 1 Mayıs” olarak biliniyor. Yıl 1977 idi. Ve 21 yaşındaki Coşkun Aral, ölümcül çatışmaların büyük fotoğrafçısı olacağı hayatındaki ilk kırılmasını yaşamak üzereydi.
“Çok net hatırlıyorum,” diyor Aral, ona o günü sorduğumda.
“Associated Press için çalışan bir Türk-Yunan kadın vardı, Talia Dona; fotoğraflarımı gördü ve hemen satın aldı. Ertesi gün Ara Güler dışında hiç kimseden ses çıkmadı. Ara Güler ‘Filmlerini al, ofisime gel’ dedi. Fotoğraflarımı kişisel olarak TIME Magazine’e, Newsweek’e gönderdi. Ondan sonra Paris merkezli SIPA ajansının Türkiye muhabiri oldum.
Böyle anlatınca kulağa kolay gelebilir, ancak Irak ve Suriye’ye kendi ülkesinin başkentinden daha yakın bir şehir olan Siirtli, Mezopotamyalı bir çocuk için kesinlikle böyle değildi. Bu bölge, Türk olmayan etnik kökenliler için gerçek bir erime potasıdır: Kürt, Arap, Ermeni.
Hiçbir gazeteci ülkenin bizim olduğumuz tarafına gelmeyecekti, biz dünyanın sonundaydık.” diyor Aral.
“Sonra bir gün, 10 yaşındayken, memleketimin resimlerini Ara Güler imzalı haftalık kuşe kâğıda basılmış Hayat dergisinde görüyorum. İşte buydu. O andan itibaren fotoğrafçı-muhabir olmak istedim! Ve elbette bir doktor.”
“Siirt’in doktoru, hastanesi, hiçbir şeyi yoktu.”
1971 askeri darbesi gerçekleştiğinde Aral 14 yaşındaydı ve aile üyelerinin birçoğu; laik, Kemalist parti CHP’nin destekçilerini ve solcuları sevmeyen sağcı yönetimler tarafından yıllarca hapsedildiler.
“Darbe zamanında, zaten İstanbul’da yaşıyordum. Siirt’in doktoru, hastanesi, hiçbir şeyi yoktu – ben de ayrıldım. Yerel gazetem için küçük yazılar yazmaya başladım. İstanbul’daki, askeri rejim karşıtı gençlik protestolarının fotoğraflarını gönderdim. Ara Güler kadar ünlü olmayı hayal ettim. Onunla ilk tanıştığımda 17 yaşındaydım. Panikledim, tam bir felaketti!” diyerek gülüyor.
1977 Kanlı 1 Mayıs gerçekleştiğinde, Türkiye tam bir kaos halindeydi. Sağcı ultra milliyetçiler, solcu işçilerin sendikalarına karşı ölüm mangalarını kullandı; neo-faşist Bozkurtlar, İslamcı MSP partisiyle birlikteydi; solcu öğrencileri ve Alevi Müslümanları katlettiler. 12 Eylül 1980’de, bir başka askeri darbe bu gergin durumlara bir son verdi. Bir ay sonra, 14 Ekim 1980’de, Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan Ankara’ya 504 numaralı uçuşunu yapan uçak, dört radikal İslamcı tarafından kaçırıldı. Ve Coşkun Aral o uçaktaydı:
“17:35 uçuşuydu ve uçağın adı Diyarbakır’dı. Ankara’ya gelmek normalde 40 dakika sürerdi ama bir buçuk saat sonra hâlâ varamamıştık. Uçuş güvertesinden hiçbir haber gelmedi. Sonra aniden şu anonsu duyduk: ‘Şu andan itibaren, uçağa İslam hâkimdir. Kadın yolcular saçlarını örtmeli. Başlarınızı örtecek hiçbir şeyiniz yoksa, koltuk başlığı örtülerini kullanın. Uçaktaki kimseye zarar vermek istemiyoruz. Askeri faşist rejime karşı savaşıyoruz. Mücahitlerle savaşmak için uçağı İran’a, ardından Afganistan’a götüreceğiz.
“Otomatik olarak kameramı çıkardım ve gelişigüzel olarak fotoğraf çekmeye başladım. Bir adam koridordan aşağı yürüyordu ve -bir delilikle- röportaj teklif ettim. Teklifimi reddetti. Fakat bir süre sonra, sakallı bir hava korsanı bana yaklaştı ve onu takip etmemi söyledi. Silahı uçağa sokmayı nasıl başardıklarını sordum. Kur’an-ı Kerim’de bir delik açmayı düşündüklerini ama günah olacağı için, kapakta Türkçe veya Latin harfleri olmayan bir Arapça sözlük bulmuşlar ve silahı bu sayede içeri sokmuşlar. Kokpitin içinden gülme sesleri duydum. Girdiğimde herkesin yüzünde bir gülümseme vardı. Pilot hava korsanına silahı boynuna dokundurmamasını, yoksa gıdıklanıp uçağı düşürebileceğini söylemiş meğer.”
“Benim büyüdüğüm 50’li ve 60’lı yılların Siirt’inde etrafımızda hep çatışma vardı.”
Türk Silahlı Kuvvetleri uçağı basıp bu gerçeküstü kaçırılmaya son verdiğinde, Coşkun yanlışlıkla tutuklandı ve bir Türk cezaevinde dört gün boyunca tutuldu. Dışarı çıktığında, yaptığı bu atlatma haber ona uluslararası ün kazandırdı. O andan itibaren, dünyadaki çatışmalarla dolu her alanda çalıştı: Lübnan, Ruanda, İran / Irak, Kuzey İrlanda, Liberya, Afganistan, Filipinler, Nikaragua, Suriye. Savaş ve sivil çatışmalar. Ona, onu bu yerlere çeken şeyin ne olduğunu sorduğumda şöyle diyor:
“Başkalarının gitmediği yerlere gitmeyi tercih eden bir muhabirim.”
Ama neden?
“Benim büyüdüğüm 50’li ve 60’lı yılların Siirt’inde etrafımızda hep çatışma vardı. O zaman PKK yoktu ama Türk devletine karşı isyan hareketleri vardı. Dünyanın bu bölümü, Büyük İskender döneminden beri, Xenophon’un Anabasis’ini yazdığından beri çatışmalarla doludur. Siirt’ten Diyarbakır’a olan mesafe sadece 200 km. Yine de ben küçükken arabayla gelmek beş saatimizi alırdı: Çünkü her 50 km’de bir bu oluşumların kontrol noktaları vardı. Kontrol noktaları. Memleketimin sınırları içinde. Bu yüzden çok küçük yaşlardan itibaren sorular sormaya, bunları merak etmeye başladım. Hâlâ soru sormayı seviyorum. Daha da iyisi, cevapları aramayı seviyorum.”
En azından kendi dağlık anavatanının kaderine gelince verdiği cevaplardan biri, coğrafi determinizm. Dağlık bölgelerin insanları benim deneyimime göre, sözgelimi daha sakin olan Ege nüfusuna göre daha sert mizaçlı. Ara’nın coğrafyasına, Türkiye’nin kuzeyindeki Şebinkarahisar’a giderseniz mücadeleci insanlar bulursunuz mesela.”
Yani coğrafya kader midir?
“Bu alıntıyı Türkiye’de sık sık İbn Haldun’a atfediyoruz, ama kim demişse desin, doğru olduğunu düşünüyorum. Bir zamanlar [PKK’nın tutuklu kurucusu olan] Abdullah Öcalan ile konuştuklarımı hatırlıyorum; yerel feodalizm mağlup edilmediği sürece Kürtlerin serbest devlet kurabileceklerine inanmadığını itiraf etmişti. Atatürk’ü sevdiğini söyledi. Fakat Kürtleri savaşmaya ikna edecek bir yola ihtiyacı vardı. Her gün onları yataktan nasıl çıkaracaktı?”
21. yüzyılda feodalizm?
(Aral gülümsüyor.) “Kürt bölgelerindeki isyanlar, eski Osmanlı topraklarındaki halk isyanlarının bir devamı. Sırplar, Yunanlar, Araplar: isyanlar ve isyanlar yoluyla bağımsızlık savaşları yaptılar. Bugün hâlâ Türkiye’nin Kürt bölgelerinde devam etmekte; orada işte çok tuhaf bir feodalizm durumu var. Oyları, vergileri, parayı, her şeyi kontrol eden feodal liderler var. Feodalizm halkın büyük düşmanı olmasına rağmen, yerel efendiler, coğrafya nedeniyle güçlerini koruyor: Siirt’in hemen dışında, örneğin, Pervari adında küçük bir kasaba var. Kış boyunca 3 ay kar yağar ve kimse giremez.
“Otuzlu yaşlarıma kadar komünizme inandım.”
“Kimse oraya gitmek istemez. Merkezi otoriteler insanları göndermek istemez veya gönderemez: yaşamı devam ettirmek için mevcut feodal yerel ağları kullanırlar. Dalai Lama bir keresinde bana bizzat şunu dedi: ‘Tibet’te asla özgürlüğümüz olmayacak, çünkü coğrafya bunu imkânsız kılıyor. Ama özgürleşme hakkında konuşmalıyım. Tibetlilerin bir şeye inanması gerekiyor.'”
Bir şeye inanıyor musunuz? Mesela hâlâ sola inanıyor musunuz? Soruyorum ona: “Hayır,” diyor net bir şekilde. “Otuzlu yaşlarıma kadar komünizme inandım. SSCB’yi ziyaret ettim. Ama şimdi hepsinin ütopik birer yapı olduğunu düşünüyorum. Sosyalizme, komünizme, liberalizme, bu eski ideolojilerin hiçbirine inanmıyorum. Ben insana inanıyorum. İdeolojiler fırsatçıdır. Avrupa’ya bakın: İnsan haklarınız var, demokrasiniz var. Yine de hâlâ silah ve kimyasal silahların yapımında kullanılan ve satılan malzemeleri üretiyorsunuz. İsviçre’de kararlar tamamen referanduma dayalı, değil mi? Ama yine de insanlık karşıtı mayınları üretiyorlar!”
“Nereden başlayacağım?”
İçgüdüsel tepkim, her ülkede bazı insanların iyilik, bazı insanların kötülük yaptığını düşünüyor. Ama Aral, benden bir adım önde:
“Biliyor musun, savaş gördüysen, bazı insanların diğerlerinden daha iyi olduğunu söyleyemezsin. Solcu olduğumda, Kürt halkının neden iktidara gelmek için sadece ayağa kalkmadıklarını sormayı sürdürmüştüm. Fakat daha sonra solun Ortadoğu’ya yönelik politikalarını gördüğümde, diğerlerinde gördüğüm benzer fırsatçılığı gördüm: İnsanları ezmeye devam ederken, yalnızca arkadaşlarınızın ve yakınlarınızın yararı için Marksizm-Leninizm terminolojisine geçersiniz.”
Aral’ın Lübnan iç savaşındaki fotoğrafları, 1980’lerde uluslararası dergilere sayısız kez kapak oldu. Ondan, inanılmaz derecede karmaşık iç savaştan aklında kalan bir sahne anlatmasını istiyorum.
“Nereden başlayacağım? Lübnan’ın güneyinde, Nabatieh’deydim. Bu toprak yolda pek çok gazeteci ile birlikte yürüyorduk. Temmuz veya Ağustos’tu, hatırlayamıyorum. Kuraklık zamanıydı ama yine de yol çamurluydu. Görmek için eğildim, çamurun kan olduğunu gördüm. Bu kanda, tank izlerinin altında kalmış kemikler vardı. Köpekler çamurdan yemek yemeye gelmişti. İsrail tankları, cesetlerin üstünden geçmişti ve onları yerin altına ezerek bastırmıştı.”
«Sabra ve Şatila’da katliam olduğu gün, İstanbul’daydım. Ertesi gün Lübnan’a geri döndüm. Ölü bedenlerden oluşan ceset dağlarını görmedim ama katledilen Filistinli mültecilerin cenaze törenlerini yakaladım. Fakat Şii’lerin 6. Piyade Tugayı’nın, Amal Hareketi ve Suriye Ordusu ile birlikte yaptığı başka bir katliam gördüm: Hiç durmadan, bir yıl boyunca mültecileri öldürmüşlerdi. Binlerce kişiyi öldürmüş olmalılar.”
Aral, İsrail ordusunun karadan ve denizden saldırıya uğradığı Beyrut bombardımanının ilk haftasından itibaren Lübnan’daydı. Şehri, karanlık, geniş bir boşluk peyzajı olarak hatırlıyor.
“Belki kadınlar aile içinde özerklik kazanırsa, bağımsız hale gelirlerse işler değişebilir.”
«Bir gün, bir sivilin, bir bebek tutan kadının, harabelerin ortasında koşarken fotoğrafını çekiyorum. Biliyorsunuz, o zamanlar, bugün Suriye’de gördüğümüz gibi, sivilleri etkileyen savaş sahneleriyle dolu medyaya alışık değildik. Bu şekilde, olay yerinden verilen hiçbir canlı görüntü yoktu. Çektiğim fotoğraf TIME dergisine kapak oldu.
Bir ay sonra, TIME ofisleri bana gelen ve ‘İsrail ordusunun sadece teröristlere saldırdığını sanıyorduk, sivillerin etkilendiğini düşünmemiştik.’ diyen mektuplarla doluydu. Bu mektuplarda gerçek bir acı vardı. Yine de, fotoğraf çekildikten yıllar sonra hiçbir şey değişmedi. Savaş durmadan devam etti, siviller her gün ölmeye devam ediyor. Eylül 2015’te manşetlere giren, kumsalda adeta uyuyormuş gibi yatan küçük bir beden, Aylan Kurdi’nin fotoğrafını düşünün : Mülteci dramının özü olarak görüldü. Ve üç yıl sonra ne değişti? Kesinlikle hiçbir şey. Anlatabiliyor muyum?”
Bir süre, sadece çorbalarımızı içip sessiz kalıyoruz. Bana neden yemek yemediğimi soruyor; bazı hikayelerin yemek yemeyi neredeyse imkânsız hale getirdiğini söylüyorum. Gülüyor.
“Şaşırdın mı? İsrail ordusunun kitle bombalarının çocuklara ne yaptığını gördüm. Ama bu bombaları kim yaptı? ABD elbette, ama aynı zamanda İsveç, Yunanistan, Türkiye! Ruanda’yı korurken, Tanzanya’daki bir mülteci kampına geldik ve Kızıl Haç’ı gördüm; çok büyük bir kamptı.
“Orada Ruanda’ya ilk silah satıcısının Belçika olduğunu duydum. Afganistan’da İsviçre yapımı insanlık dışı mayınlar tarafından havaya uçurulmuş insanlar, İsviçre Kızıl Haçı tarafından işletilen hastanelere götürülüyordu! Daha güncel bir örnek ister misin? Birkaç hafta önce neler olduğuna bakalım: Kaşıkçı cinayeti ve Yemen’deki kıtlığın ortaya çıkmasından sonra, Norveç Suudi Arabistan’a silah ihraç etmeyi durduracaklarını açıkladı. Bunu sorduğum için bağışlayın ancak daha önce silah ihracının uygun olduğunu mu düşünüyorlardı?”
Yemek yemiyorum, neden kardeşin kardeşle savaştığını soruyorum.
“Ego yüzünden,” diyor tereddütsüz, beni yine şaşırtıyor.
“Ego ve hormonlar. Kürtler ve Türkler bin yıldır yan yana yaşıyorlar. Ama geçmişe bakarsanız, sadece kan göreceksiniz: herkes herkese saldırıyor. Barış tek bir şeye ihtiyaç duyar: intikamı unutmak. Çocuklarınıza, geçmişte yapılan bir haksızlık adına öldürmemelerini öğretmek.”
Bir süre duruyor. Sonra diyor ki:
“Belki kadınlar aile içinde özerklik kazanırsa, bağımsız hale gelirlerse, işler değişebilir.”
Kadınlar?
“Evet. Sadece kadınlar intikam döngüsünü durdurabilir. Çocuklarına daha iyi öğreterek. Ancak, Türkiye’de ve Ortadoğu’da kadınlar savaş dilini kullanmayı bırakmayacaklardır. Reddetmezler; onur, ego ve intikama dayalı feodal sisteme direnmezler.”
Kadınların bu bölgelerde erkeklere ayak uydurmasının muhtemelen kolay olmadığını düşünüyorum.
“Hayır! Kolay. Kuzey İrlanda’da olduğunu gördüm. Ruanda’da insanların en kötü düşmanları için af istediklerini gördüm. Dağlık Karabağ’da çocuklarını savaşta kaybeden Azeri kadınların barış için toplandıklarını gördüm. Ve sonra da, çocuğunu savaşta kaybetmeyen, daha fazla kan isteyen, geçmişten vazgeçmeyen başkalarını gördüm.”
Aral’ın en etkileyici eserlerinden biri, dini fanatizm hakkındaki bir dizi fotoğraf. Bana Filipinler’de kendini kırbaçlayanların fotoğraflarını gösteriyor:
“Biliyorsun, hepsi aynı şeyi yapıyor. Hindular, Budistler, Hıristiyanlar, Müslümanlar… Bir zamanlar 25 farklı Müslüman ülkedeki dini törenler hakkında bir belgesel yaptım. Türk televizyonunda yayınlanmıştı; şimdi yasaklandı. Her neyse, o belgeseldekilerin hepsi ne söylüyordu biliyor musun? ‘Bizim İslam versiyonumuz en iyisi!’ İster Güney Afrika’da, ister Moro İslami Kurtuluş Cephesi ile Filipinler’de veya Afganistan’da –Ben Taliban’a karşı savaş başlamadan önce Raşid Dostum’la birlikte oradaydım. – herkes: ‘Haklıyım! Benim İslamım en iyisi!'” diyordu.
Seyahat et! Sırt çantanı al ve dünyayı dolaş.
O sırada, orada gördüğüm: Herkesin herkesi; her din, devlet, etnik köken, milliyet ve hayal edebileceğiniz tüm gruplaşmalar adına öldürdüğünü görmüş, ideolojilere ve kolektif gruplaşmalara olan tüm inancını yitirmiş; sadece, insanlık için bireylere duyduğu sevgi ve kadınların duyarlılığına, onların acı ve savaşı sonlandırma potansiyellerine dair köklü inancını kaybetmemiş bir adamdı. Peki böyle bir adam, bu dünyanın gençliğine ne yapmasını önerirdi?
“Bir ülke için bir gelecek inşa etmek istiyorsanız, onu herkes için inşa etmek zorundasınız.”
“Seyahat et! Sırt çantanı al ve dünyayı dolaş. İnsanlarla konuş. Sorular sor. Tüm bilgilerinizi kitaplardan almayın: isteyin ve öğrenin. Empatiyi öğrenmenin tek yolu bu. Kitaplarda okuduklarınızın ve ekranlarda gördüklerinizin gerçek insanlar olduğunu anlamanın tek yolu. Düşman olarak gördüklerinizin de insan olduğunu anlamanın tek yolu bu. Mesela dün 16 yıl aradan sonra gittiğim İsrail’den geri döndüm.
“O zamanlar İsraillilerin ve Filistinlilerin geleceği için biraz iyimserdim. Ama artık değilim. Çünkü şimdi Filistinlilerin de değiştiğini gördüm: Filistin diasporasında zengin, güçlü, zeki insanlar var; ‘anavatanlarından’ aldıkları her yeni haberi intikam söylemiyle besliyorlar. Bana; IRA’ya silah ve para aktaran Amerika’daki İrlanda diasporasını hatırlatıyor.
“Yine, kadınların bu intikam arzusunu durdurmadaki rolünü anlatmalıyım. 2 yıl önce İsveç’teydim, Arap ve Kürt kökenli evleri ziyaret ettim. Arap evlerinde insanlar geleceğe, çocuklarına ait okullara, hayatlarının daha iyi nasıl değişeceğine dair konuştular. Kürt evlerinde, her şey ‘eski ülke’ye dair intikam üzerineydi: ‘Onları (Türkleri) öldürmeliler, onları kırmalılar.’- Bu bir deyim haline gelmişti.
“Bu konuşma, tehlikenin de ötesinde. Bir ülke için bir gelecek inşa etmek istiyorsanız, onu herkes için inşa etmek zorundasınız. Türkiye’de bu, Türkler, Kürtler, Ermeniler, Lazlar, Gürcüler, Yezidiler, herkes içindir. Bu insanlara intikam almak zorunda olduklarını söyleyemezsiniz. Bunlardan birinin kurban olduğunu, diğerinin olmadığını söyleyemezsiniz. Herkes bir kurban.”
2015 yılında, Kürt güçlerinin Kobani’yi IŞİD’in elinden almasının ve Kürt liderliğindeki HDP’nin Türkiye ulusal seçimlerinde büyük kazanımlar sağlamasının ardından Aral, karısına ve çocuğuna yeni yılı kutlamak için Diyarbakır’a gideceğini söyledi.
“İyi bir his yaşamıştım, bu yeni özgürlük duygusunu deneyimlemek istedim. Ama oraya vardığımda ağladım ve iki gün boyunca ağlamaya devam ettim. Diyarbakır, bildiğiniz gibi, iki farklı şehir gibidir: Biri, yüksek binaları, alışveriş merkezleri olan modern bir şehir. Diğeri ise şehrin fakir tarafı; Türk devleti tarafından haritadan silinen 3.000’den fazla köyden alınıp yerleri değiştirilen, 1990’ların Kürt diasporası tarafından yaşatılan bölüm.
“Bana neden kardeşin kardeşi öldürdüğünü sormuştun. İntikam. Bu aptalca.
“Diyarbakır’a geldiğimde gördüğüm, yanan ateş ve şehrin eski bölgelerinde patlayan bombalar, diğer tarafta ise her zamanki gibi ticaretti. Ana meydanda oturup, cappuccinonuzu yudumlayabilir ve bombaların patladığını duyabilir, ateşi koklayabilir, dumanı görebilirsiniz! Kendi kendime dedim ki: Kürt halkının dayanışması nerede? PKK için savaşan 16-17 yaş grubundaki genç kızlarla tanıştım. Bana bunun için para aldıklarını söylediler.
“Öğretmenlikten mezun olan ve görevlendirilmeleri için yıllarca beklemek zorunda kalan, sonunda aylık 3,000 TL’lik (Türkiye standartlarına göre olağanüstü) maaşlı polisliğe giren ve doğrudan sınırdaki keskin nişancı atış alanlarına gönderilen genç adamlarla tanıştım. Bir hafta içinde bir düzine kişinin öldüğünü gördüm. Türkiye’nin sınırlarından taşan şiddetin intikamdan kaynaklandığını söyleyen PKK’li bir adamla konuştum: ‘Erdoğan çok fazla söz verdi ve hiçbirini tutmadı.’ Çılgınlıktı…”
Sanırım, üzüntüyle değil de bilge bir sessizlikle başını eğdi.
“1981’de Belfast’taki de aynı hikâyeydi. Amerikalı olan ve IRA için savaşmaya gelen bir adamla tanıştım. Ailesi Protestanlar tarafından öldürülmüş ve intikam almaya başlamıştı. Bana neden kardeşin kardeşi öldürdüğünü sormuştun. İntikam. Bu aptalca. Ama en kolay çıkış yolu.”